Öne Çıkan Yayın

Çocuklarıma öğütler...

Karşısındakinde gördüğün suç, sendeki suçun cinsindendir. Önce o huyu kendi tabiatından atman gerek. Sendeki çirkin huy, sana onda göründü. ...

29 Ekim 2016 Cumartesi

Babanı koru...

Babalık kolay. Onu zorlaştıran kısmı babalığa atfedilen efsane etiketler. Birkaçını sıralayayım. Ne demek istediğimi anlarsınız. Bakın şu baba karşıtlığına. “Denizden babam çıksa yerim”. Hop ne oluyor ya. Niye hep babalar yeniyor. Amazon dünyasında son Mohikan ne düşünüyordu acaba? “Baba çınar gibidir, gölgesi yeter”. Özür dilerim. Verilmek istenen mesajı anlıyorum ama. Beraberinde geleni de görüyorum galiba. Madem bir çınarız, suya ulaşmışsa köklerimiz ne ala! Ama sulanmazsa, beslenmezse babalık. Kuru çınar gölge vermez ki. “Benim babam senin babanı döver”. Ya bir dakika. Hep vurdulu kırdılı mı yaşıyoruz acaba? Cüneyt Arkın tarzı oldu biraz. Niye vuruyorum ve kırıyorum, anlamadım. Babalar güçlü olmalı, sebep bu olsa gerek. Pardon niye güçlü oluyoruz. Acaba, karşı taraf güçsüz mü, yoksa sıkça tökezliyor mu? Biraz erkek olmakla ilgili olsa gerek. “Babalar ağlamamalı”. Her yükün altından kalkabilmeli. Bak sen. Ne oluyoruz ya? Taşıma aracı olmuşuz, bir plakamız eksik. “Bu devirde babana bile güvenmeyeceksin”. Hayda. Bu lafı duyarak yetişen çocuğun yerine bir koydum kendimi. Eyvah ki ne eyvah. Ne yani şimdi daha baştan aramız mı bozuk? Ne zaman kazıkladım, bilmiyorum? Neden güvenilmezim, anlamıyorum. En çok da bu laf koyuyor, yani. 
Oysaki babalık yeterince anlaşılıp yaşandığında bambaşka bir haz. Son zamanlarda içi dolduruluyor mu boşaltılıyor mu, bilemedim. Ama babamı düşündüğümde, kıyaslama olmasın ancak en az annem kadar mutlu anılarım var. Bazen onu görmek, duymak bile kendi başına şifa. Zaman zaman konuşmak. Bazen, ona onu ne kadar sevdiğimi söylemek. Bazen ortak kaçamak yapıp, bir masada buluşmak. Gelen telefona, “çarşıdayız ya anne, söz yaramazlık yok” demek ve birlikte soluğu başka mekanda almak. Bazen, ilk olta yapılışını anlatışına geri dönmek. Birlikte çuvallamıştık. İşin içinden çıkılmaz hal aldığında, başarısız bir av sonunda balıkları halden almak. Bazen onun gözlerinde kendimi görmek. İlk bisiklet heyecanına geri dönmek. “Baba bırak sürüyorum”. “Aaa… çoktan bırakmış”. Ne zaman tutacağına ve ne zaman bırakacağına nasıl karar veriyor. Fabrika ayarları zamana çok dirençli.
Toprakla ilk buluşmam da babam var. Okumayı sevmemde yine o. Bir sevgiliye nasıl şiir yazılır. Yine o. Kampa gidiyoruz, hadi malzemeleri hazırlayayım. Yine o. Yüzüyorum baba. Yine o. Yurtdışındayım baba. Yine o. Üşümüyorum baba. Yine o. Korkmuyorum baba. Yine o. Seviyorum baba. Yine o. Bak senin gibi yazıyorum baba, kelimelerim uçuyor. Yine o. Sahnedeyim baba, nasıl oynuyorum sence? Yine o. Gerçekten bakıyorum da baba sana hak ettiğin değeri veremediğimi düşünsem de, bana bunu hiç hissettirmemen ne kadar büyük bir nimet. 
Babalığın mekana ve zamana sığmayan bir yönü, gelişimi var. Daha çok zaman geçirmek, seni daha iyi anlamak, sana şükranlarımı sunmak... 
İşte bundan sonra yapacakların. Sana baba olduğunu anlatabilecek tek insan baban. Ona git. Ellerini tut. Avuçlarını yanağına koy. Gözlerinin içine bak. Gönülden sevdiğini söyle. Onu sevginle besle. Evet o bir çınar ama sen yinede besle. Kocaman sarıl. İçindeki güven ona da geçsin. Görevin bu senin. Seni merak eden adama, merak etmemesini sessizce söyle artık. O da insan. Kırılganlığı, korkuları var. Ama tecrübesiyle sebatkar. 
Artık zamanı.
Sen, onu anla.

Kusursuz mutluluk yok...

Mutluluğun başarıya götürdüğünden oldukça emin miyiz, ayrıca mutluluğun parça tesirli, ansal olduğundan? Başarının mutluluk yarattığı illüzyonu, saplantılı bir şekilde bunun gerçek ve tek doğru olduğunun düşünülmesini görmek beni giderek daha fazla tedirgin ediyor. Tam da bu yüzyılın insanları kuşatan, tüketmeyi tetikleyen zihniyetine hizmet eden bir icat.
Başarılı olmalısın, yoksa yoksun.
Başarılıysan varsın, yoksa ölüsün.
İlk bine girmelisin. Yoksa mutlu olamazsın.
Müdür olmalısın, yoksa adam değilsin.
...
İnsanda, okulda, çocukta…her yerde böyle bir inanç var. 
Okuyanlarda da onları donatmaya çalışan hocalarda da. İlkokulda da böyleydi. Ortaokulda, lisede ve üniversitede de. Meslek hayatında da. Başarı mutluluk getirirmiş! Başarısızlık ölmekten beter hale getirilmiş. Hadi ya? Oysaki, başarısızlığın, hatanın, kusurun da mutluluk olduğunu görmek çok ama çok yerinde olurdu. 
Başarısız olduğunda insan mutlu olabilir mi? Sanırım evrensel geçerliliği olan bir durum değil. Zaten her şeyin evrensel geçerliliğinin olması gerekir takıntısı da beni zıplatan diğer bir konu. Aynı koşulların aynı şekilde gerçekleşmesi mümkün olsa dahi olayı yaşayan insan her şeyden önce aynı kalmıyor ki. Aynılık olmadığına göre evrensel geçerliliği de olamaz, sanırım. Atomu parçalayabilen ancak önyargıları parçalayamayan Einstein, atomu parçalamayıp önyargıların dinamiğini çözseydi daha mutlu olabilir miydi? Yani atomu anladı. Başarılı oldu. Sayesinde hayatımız inanılmaz değişti. Teknolojik olarak artık uzaylıyız. Yaşasın. Ama her başarının gölgesinde, madalyonun diğer yüzünde, dualietede, mutsuzluk, acı, ızdırap, keder yok mu? 
Bir tüpe sıkışmış, patlamayı bekleyen atomlar ve bir düğmeye bağlı milyonlarca hayat. Evet, sadece bir düğmeye bağlı. Uçaktan kopmasına, yere çarpmasına, önce tüm oksijeni içine çekip, kilometrelerce uzayan alevin, cehennem sıcağının insan kimyasına, biyolojisine ve nesline son vermesine engel olacak tek bir düğme. Yani o düğmeyi uçağa koymayı beceren mühendis, düğmenin fonksiyonu yerine getirmesiyle mi yoksa getirmemesiyle mi daha mutlu olurdu?
Ya da saplantılı şekilde öğrencisine formülleri öğretmeyi kendine ülkü edinen bir öğretmen, formülleri bırakıp o çocuklara hayatla ilgili edindiği gerçekleri paylaşsaydı daha mutlu nesiller yetiştirebilir, kendi de mutlu olabilir miydi? 
Mutlu bir çocuk yetiştirmenin anatomisinde hep başarı mı var? Her sözünde, eyleminde, davranışında başarılı olan bir anne çocuğuna ne öğretebilir? Aslında ona verdiği şey nedir? Mutluluk mu? Yoksa hatasızlık, kusursuzluk mu? Siz kusursuz olmanın maliyetsiz, çok da iyi bir şey olduğunu düşünüyorsunuz değil mi? 
En sevdiğiniz klasik müziğin besteleri, kusurların ürünü. Mozart, Beethoven kördü, sağırdı... Kusurlu muydu? Bugün rahat yaşamanızı sağlayan mucitler kusurluydu. Tesla, Edison... Kusurlu muydu? Bugünkü sizi yaratan, sizi siz yapan, hayatınızı değiştiren, size dokunuşla yön veren anneniz kusurlu muydu? Önünüze aniden çıkan, ezmemek için ani fren yapıp sizi durduran, arka bacağı olmadığı halde yavrusunu ağzında yolun karşısına taşıyan kedi kusurluydu. Size duymak istemediğiniz yönünüzü ya da bir şeyi söyleyen, o yüzden görmek istemediğiniz arkadaşınız kusurluydu. Trafikte sizi durduran, arabanızı baştan sona arayan, didik didik eşyalara bakıp arkanızdaki arabada bomba düzenini bu titiz aramayla keşfeden polis kusurluydu. Biletinizde karışıklığa neden olan, o nedenle uçağı kaçırmanıza, akşam eve dönmenize ve çocuğunuzla sinemaya gitmenize neden olan personel kusurluydu. Nasıl benden iyi olabilir, ben ondan daha iyi olmalıyım dediğiniz ve kendinizi geliştirmenizi fark etmenize neden olan meslektaşınız kusurluydu. Çiklet çaldığınız için çocukken size kızan anneniz kusurluydu. Aç bıraktığınız için misafirliğe gelen dostunuzun ayakkabısını kemiren köpeğiniz kusurluydu. 
O zamanlar kusur mutsuzluk vericiydi. Ama şimdi hatırlamanıza ve geçmişe yolculuk etmenize yardımcı bir uçan halı.
Ben kusurlarımı seviyorum...
Kusursuzluğun en büyük kusura dönüşmesine izin vermemek için kusurları ve kusurluları yok etmemek, belki de en yapıcı olan bu.

Anı yaşamak varken yaşayacak an beklemek

Devri-Alem, Phielas Fogg için 80 gün sürmüş. Anlamak ve anlamlandırmak için belki daha azı, bazen de daha fazlası gerekebilir mi? Son 24 saatten önceki 4 günü de toplarsan, bu süreye yarım düzine ülke ve ülkelerin sunduğu müthiş insan manzaraları sığabildi. 
Gümrük kapılarından girişleri perdesi yeni açılan ve koltuğunuzda rahatça kurularak seyretmek için uzun zaman beklediğiniz tiyatro sahnesine benzetirim genelde. Ve kendimi bırakırım. En iyi oyunun içinde yer alabildiğiniz oyun olduğunu öğreneli biraz oluyor. Bu nedenle bırakırım kendimi. Geleni geldiği gibi ve olanı olduğu kadar bir kabulleniş teslimiyetiyle. Müdahale etmeden, değiştirmeye çalışmadan. Evet. İçinizdeki alan olanı olduğu kadar ve geleni geldiği gibi alabilecek kadar geniş mi? Hiç “bırak bu da böyle olsun” dediğiniz oldu mu? Olduysa bu anlamsızca bir çabayla değiştirmeye çalıştığınız olaydan önce mi yoksa değiştiremeyeceğini anladığınızda mı oldu? 
İnsanlar. Her yerde aynı diyesim geliyor. Aynı olmadığını biliyorum. Yine de para, aşk, sağlık üçlemesi herkesin ortak derdi. Ve tüm uğraş bu üçlüyü beslemek adına. Kimi birini beslerken diğerinden bilmeden vazgeçiyor. Kimi birini elde etmede diğer ikisini bilerek feda ediyor. Hepsine aynı anda sahip ve sahip olduğundan memnun, hemen hemen yok gibi. Hiçbiri sonuncuyu kaybettiğinde bunu birinciyle geri kazanamıyor. 
Yoksunluğun pişmanlığı, varlığın gücünü, şifasını engelliyor. “Hiç yok” diye birşey yok aslında. Hiç’in kendisi yok. Biraz da olsa kırıntıda da kalsa varlık var gerçekte. Ad olarak olsada var aslında.
Bazen bazı görüntüler, karşılaşmalar, yaşananlar bana kendimi görmeme, hatırlamama, hatırlarken üzüntü yaşamama bazense mutlu olmama neden oluyor. 4000 km…Yol boyunca bunu düşündüm. Mutluluk ve mutsuzluk… Anı yaşamak ve yaşamak için an beklemek. Cevap ikisinin arasında bir yerde.
Karadağ’da feribot görevlisinin, pos bıyıkları… Araçları bir düzen içinde koymaya çalışmasındaki mutlu estetik. Arnavutluk’ta sert bakışlı mutsuz insanların sabah sert kahvelerinin yanında aynı sertlikte içkilerini yudumlaması. Kuşkucu bakışlar. Kafayla işaret etmeler ve kahvaltı var mı sorusunu anlayamadığı halde cevapsız bırakmaması. Cevabın benim tarafımdan anlaşılmadığını bildiği halde eksik dişlerle gülümseyerek konuşmaya devam etmesi. Enerji tüketici bu eylemden vazgeçememe durumu. Eski arabalara ruh vermeye çalışan dirseklerin araba penceresinden dışarıya uzanmasına eşlik eden bol sigara dumanı, anlamsız müzik gürültüsü. Kıvrılan yolların, sert iklimin, güvenilmez coğrafyanın insan yüzünde buluşması. Hırvatistan’da araba parkındaki görevlinin, yaptığı işe saygısı ve park yeri konusundaki içtenliği. Bir zil sesi uzaklığındaki yardımının enginliği. Börek var mı sorusuna yapılan anlamlı, mutluluk geçiren bir gülümseme. Evet cevaptan önce gülümseme. Gülümsemeye eşlik eden mutlu kelimeler. Yunanistan’da bir gece yarısı. Gece ve gündüzün birbirinin yerine geçme yarışması anına eşlik eden bir köpek yavrusu. İçindeki anlık umutla koşması. Etraftaki sessizlikte yavru köpeğin kocamanlaşan cesareti ve yüreği. Nasıl anladın benden sana bir yardım geleceğini diye düşünürken o gözdeki bakış. O anda bir parça yiyeceğin verdiği sonsuza götüren, yaşatan ansal haz. Hırvatistan’da dar sokaklardaki evlerin birbirine yakınlığına yaşatan insanların yakınlığı. Kıvrak zeka, derin bakışlar ve yardımcı olabilmenin ezilmek olmadığını hatırlatan duruş. Romanya’da hızlı ayak hareketlerinin eşlik ettiği müziğe, ellerin birlikteliğiyle süslenen neşeli kahkahalar. Bardakların çıkardığı sesin, o çınlamanın, kulaklarda sonsuzluğa uzanması.
Hangisi daha doğru? Geçmiş, an, gelecek. Ben derim ki an. En yanlışsızı an. Anda olmayı becerdiğimde ne bir pişmanlık, nede tedirginlik. Ne geçmişe hayıflanma, nede geleceğin kaygılı gölgesi. Sadece an. Şu an. Anı anında yaşamak varken, yaşamak için an bekleyerek ömür tüketmek bana doğru gelmiyor nedense, özellikle şu son günlerde.

14 Ekim 2016 Cuma

İçe bakmak

İnsanlığın uçmaya, ilerlemeye, öğrenmeye olan özlemi her zaman başa bir iş getirmiştir. Çoğunlukla da olumlu. İnsana özgü bir yetenek olmamakla birlikte doğduğu andan itibaren uçma özlemi içinde. Bugünün büyüklerinin hemen hemen hepsi çocukluklarında uçmakla ilgili bir tecrübe yaşamış ya da arzusu taşımıştır. Kimi yeni yapılan bir apartmanın 2. katından kamyonun biraz önce boşalttığı kum tepesinin üstüne. Kimi bir ağaç yanından akan nehrin içine. Kimi ilk defa aldığı alkolde. Kimi yaptığı uçurtmada. Kimi ilk bisiklet denemesinde toprağı öptüğü o anda. Hep bir atlama tecrübesiyle biten, kah ağlatan, kah can yakan ama yaşandığı için hep bir gurur yaratan anılar.

Belki kanatları alındığından dolayı insan hep bir atlama, sıçrama, ilerleme merakı içinde ve hala uçabileceğini düşünüyor. Sadece fiziksel değil elbette. Ruhsal uçmalar, atlamalar, sıçramalar, ilerlemeler, büyük adımlar çok mümkün görünmese de olası. İşte bu fiziksel uçmaktan çok daha güçlü çalkantı yaşatıyor. İz bırakıyor. Ruhsal sıçrama, ruh da bir hareketlenme ile başlıyor.

Ruh mu? O kadar meşguliyet var ki dengeli beslenme, sağlıklı beslenme, karbonhidratsız diyet. Kısaca tüm endişe vücut için. Oysaki vücut ölümlü. Enerji ise ruh. Peki hem ölümsüz ve enerjiyse bu ruhu beslemeye gerek var mı? Sorunun cevabı insanın kendinde. Kedinin kuyruğuna bağlanan tenekede. İnsanların açlıktan kırılmaya bırakıldığı, fakirlikten kırıldığı yerde. Terkedilen çocuğun kundağında. Tecavüzde. Cinayette. Kinde. İlgisizlik de. Acımasızlıkta…

O kadar dış odaktan sonra ruh beslenmeye ihtiyacım var diye çırpınıyor. Elinizde bir kesik sadece zonkluyor. Ama ruhtaki kesik zonklamayla geçmiyor. Yaş, tecrübe ya da zaman ayarı yapılmış bir gen var. Devreye giriyor. İçe bakmayı unutan insan bir tecrübeden veya belli bir olgunluğa eriştikten sonra artık içe, kendine bakmaya başlıyor. İlk defa o her gün gördüğü yüzün, tenin içinde bir şeyler olduğu, olabileceğini kavrıyor. Kendi dışıyla ilgilenen insanın içine dönmesi sanıldığından zor oluyor. Unuttuğu, beslemediği içini görüyor.

Önce sen kimsin, nesin sorusunu soruyor. İçindeki “ben senim” diyor. Kendinden başka bir ben olduğunu kavrayan insan şaşırıyor. “Tek ben” varım diyerek ilk aşamada umursamıyor. Ama içindeki merak giderek büyüyor. Demek bir ben daha varmış. İçindeki ben sesleniyor. Ben hatırlatıyor. Ölümsüzüm. Ah işte bu ölümsüzlük dıştaki benin acayip ilgisini çekiyor. Ne için oraya kondun eğer ölümsüzsen diye soruyor. İçindeki ben ölümlü bir bedende ölümsüz bir ruh, seni şaşırtıyor mu diyor. İlginç aslında hiç de şaşırtmıyor.

Peki seni nasıl besleyeceğim?..
Kendin bulmalısın.
Herkse iyi gelen sana da iyi gelir mi?...
Kendin bakmalısın.
Bir üstat bana el verse?...
Üstat var üstat var.
Seni tanımıyorum ama?...
Emin misin?
Ya yapmak istemiyorsam!...
Sen bilirsin, belki de böyle öğrenecek, büyüyeceksin. Kendi gerçeğini bulmalı ve kendi gerçeğine bakmalısın.

Ben dilini kullanarak, karşıdan sana yapılanın aslında senin yansıman olduğunu düşünebilirsin. Düşünceye vücut vermekten kaçınabilir misin? Hani sana haksızlık yapıldığından? Ya da mağdur olduğundan? Aslında bu düşünce senin hoşuna gittiği için sende yaşamaya devam ediyor. Bu düşünce aklına geldiğinde öfkeleniyorsun karşıya. Bunu da seviyorsun gerçekte. Öfkeyle beslenemem ben unutma.

Sıçramak istiyor musun? Farklı olsak bile gözyaşımızın rengi aynı unutma.

Aynaya baktığında bu defa, uzansana ruhuna.

4 Ekim 2016 Salı

Farkın benzerliği

Her yerde fark, farklısın iddiaları ama bir o kadar da farkın benzerliği ve hakikatte ne kadar birbirimize benzediğimiz. Zaman zaman acaba sorularını sorduğumda dünyanın değişik köşelerindekilerle evimin değişik odasındakilerin birbirinden aslında çokta farklı olmadığı kanaatine ulaşıyorum.

Tüm masallarda 3 karakter. İyi, kötü ve figüranlar.

Dünyanın değişik köşesinde yine şu an bir insan oğlu kendine aynı soruyu soruyor: Neden burdayım? Farklı coğrafyalar ama bir serçe kuşunun aynılığı. Tek başına serçe kuşunun insanın kendini yalnız hissetmemesine katkısı.

Masallar. Kötünün iyiye dönüşmesi. Fakirin zengin olması, hastanın kurtulması. Güçsüzün güçlü olması. Hep bir dönüşüm. Sonra şu mekan. Sınırlarını bilmeden yaşayamıyor insan oğlu. Anne karnında bir mekan, evlilikte bir mekan, ölümde bir mekan.

Sonra aynı kalmayı sevmiyor. Geride iz bırakmaya bayılıyor. Yürüyor, yürüyor, bazen yanlış yollara saparken, bazen kısa yollar buluyor. Ama hep yol ve yolda düşen, kalkan, ilerleyen insan. Sürekli bir seyahatte, ara sıra arkasına bakıyor.

Yaşayabilecek kadar çalışan, dolabındaki yiyeceğin kendini dünyanın en zengini yaptığını bilen, kalbindeki sevginin kendini şifaladığına inanan. Buna karşın, sürekli kendini hırpalayan, haksız olmayı kabul etmek yerine mutsuz olmayı tercih eden ve dengesiz kalmaktan yıpranmış diğerleri. Bir bebek ders verir gibi uzatılan parmağı sıkı sıkı kavrıyor. Düşmekten, dengesini kaybetmekten korkuyor. Dengede kalmaya çalışıyor 7 milyar insan. Yoksa dünyanın dengesi bozulacak.

Bağ kurmak, birini sevmek, sevgiyi vermek ve almak, sahiplenme kaygısı taşımadan ait olmak. İşte benim evimde değişik odadakilerle dünyanın değişik yerlerinde yaşayanlar. Gerçekte farklı ama hakikatte aynı.

Sıralama değişse de Kutsal üçlü her insanın vazgeçilmezi. Sağlık, aşk, para, ...Firavunun kahinleri de bunu öngermeye çalışıyordu binlerce yıl önce. Korkular, istekler, tutkular, arzular, duaların içerikleri aynı. Sadece kimi bunu Türkçe, kimi Almanca, kimi İtalyanca, kimi İbranice söylüyor. Söylenen ve yaşanan o kadar aynı ki.

Gerçek farklı ama hakikat aynı.

Sahte yaratılan farklar işte beni bu yüzden korkutuyor.

3 Ekim 2016 Pazartesi

Na standart...

Neye karşıyım dediğimde karşıma hep standart geliyor. Karşı olmanın standartı olur mu? Karşıyım sadece. Neye mi? Yaşamın bizim bildiğimiz türden organize olduğu savına. Hayat organize ama farklı bir türde. Demem o ki, haftalık ders planlarını hazırlamak. Sonra öğrencilerinle paylaşmak. Hani baştan standart bir yol haritası vermek. Ancak kimi yüzmeyle, kimi yürümeyle, kimi ise belki de uçarak yakınlaşacak varış noktasına. Yok illa herkes sürünmeli!!! Şartla ve beyinleri sınırla. De ki şunları bunları okuyacaksınız. Sınır çiz, 15 makale okuma ver. Eeeee? Ferman tekniği. Fermanı ver ve aynısını geri iste. Oysa ne güzel olurdu. Serbest bırakılsaydık. O an doğal ortaya çıkan tartışmanın izini ve tadını sürseydik. O tartışmayı 14. haftada yapacağız diye beklemeseydik. Hazır olduğu o anda alınsaydı ve 11., 12. vb hafta gibi yapay alma anları, ilüzyon öğrenme seansları yaratmasaydık. Hocam bu hafta neyi işliyceğiz sorusuna keşke o andaki sınıfın kimyası, gündemin bombası, bir oturuşun eğriliği, ya da güneşle dalga geçen bulut karar verseydi de doğadan ve doğada olanlardan bu derece kopmasaydık. Politik parti manifestosu gibi mübarek. Şaşalı görünsün manifeston. Ama sonrası..?

Üniversite...

Hep düşündürmüştür beni. Öğrenmek isteyen (öğrenci) var. Kitap var. Öğrenci okuyabiliyor. Kitap ise yeterli. Öğrenmek için o zaman yapılması gereken tek şey öğrenmek isteyenin o kitabı okuması.

Ancak, sırf bu eylemi yapabilmek için mekana ne gerek var? Yani okul, üniversite vb. Buralarda kitaplarda olmayan bir şeyler mi öğretiliyor olsa gerek? Amaç, sadece kitaptakini öğrenmek olsa: zaten kitap var ve öğrenmek isteyen de okuma yazma biliyor. Acaba öğrenmek isteyen nereden öğreneceğini öğrenmek için mi üniversiteye kadar geliyor? Yani hoca bakın çocuklar “bu ders için şu kitabı okumalısınız”ı duymak mı bütün püf noktası? Sadece meslek edinmek amacıyla yapılacak akıllı bir yatırım değil bu. Olacak iş değil.

Sıkı bir 6 aylık kursla, birçok mesleği teknik düzeyde muhtemelen temel düzeyde de olsa öğrenilebiliriz. Peki. 4 yıl X 365 gün X 24 saat okulda okumak ne demek (birde yıllar uzar nedense)? Hani standart (ah ne kadar itici bir kelime) bir elbise mi dikiliyor ve farklı derslerle nakış nakış işleniyor. İyi de tek beden elbise herkese nasıl uyuyor?

Öğrenmeyi öğrenmenin yolu madem öğretiliyor buralarda. O zaman işverenler mezunları neden yetersiz buluyor? Sadece yetersiz mi? Sorun çözemeyen, yaratıcılıktan uzak, fikir geliştirmeyen, umursamayan, çabuk yükselmekten başka düşüncesi olmayan, müşteri yaratamayan, profesyonel olmayan, çivi çakamayan, kendini sorgulamayan…Liste uzun. Belki nicel bir saplantı 4 yılda alınan toplamda 60 ders. Ama derinleşememiş. Durum vahim...  Üniversite mezuniyeti sonrası sudan çıkmış balık yetersizliği sendromu neden yaşanıyor? Ve üniversite sonrası kurslar, kurslar, kurslar...

Sanırım herşey ders de konuyu tutkuyla anlatan bir hocaya öğrencinin elini kaldırarak bir şeyler sormasıyla başlıyor . Kendisine cevap vermekten zevk duyacağı soru soracağını düşleyen, heyecanlanan hoca uyanıyor soruyla.

“Hocam, imza için devam çizelgesini verdiniz mi?”

Kim neye devam etmeli. Araç amacın yerine mi geçmeli?

Menü ne değildir...

Şimdi madem her şey zıddıyla var olabiliyor. O zaman “bir şey nedir sorusuna” “bu şey ne değildir” diyerek bakmak yerinde. İşte son soru “menü nedir?”. Cevaplar yemek-içecek listesidir. Kocaman bir acaba? İkinci cevap: işletmenin aynasıdır. Nasıl bir ayna bu iç bükey, dış bükey, simli ya da simsiz? Üçüncü cevap: işletmenin maliyetlerini belirler. Ha ha ha, pardon. Hala menüyü böyle gören varsa ben de diyorum ki bunlar menü ne değildir sorusunun cevapları.

Ya siz bir başkasına hiç aşık oldunuz mu? Aşka sen mi gittin? Eğer öyleyse sonuç vahim. Körlüğün tadında göremediklerini aşk sevgiye, sevgide sıradanlığa döndüğünde anlarsın. Aşk sana gelmeli.  Onun özelliklerini mi gördünüz gerçekten yoksa görmeyi umduğunuz özellikleri mi aradınız?  Nefes alsın yeter bir kriter değil, uyarayım:)

Keşke bu meslek dalında olanlar menünün müşterinin kendini görmekten mutlu olacağı bir ayna olabileceğini bir kavrasa. Ama her aynaya bakmıyor, ya da her aynada mutlu olamıyor insanoğlu. Arkası dolu olacak. Menünün sosyalleşmenin bir aracı olduğunu görse. Menünün duygu yönetiminde tatlarla nasıl dans ettiğini, ekşi, tatlı, tuzlu acı ve umaninin yelken dolduran bir rüzgar olabileceğini kavrasa. Mesafe olarak müşteriye en fazla ne kadar yaklaşabileceğini bir düşünse.  Ve menü sayesinde müşterinin mahrem alanına girebildiğinin farkına bir varsa. Menünün bir hikaye olduğunu ve müşterinin insan olduğunu unutmasa. Hikaye anlatsa, "babaannemin elleriyle yaptığı çöreklerin mis kokusu dese". Boş boş başkasını kopyalamasa. Gizem yaratsa...Hayal kurdursa... Yemek yemenin fizyolojik bir iş olmadığını, kimyasal ve psikolojik bir deneyim olduğunu kavrasa. Soruları şöyle sıralasa:

yiyecekler fizyoloji için?
yiyecekler güven hissi için?
yiyecekler ait olma ihtiyacı için?
yiyecekler aranan saygı ihtiyacı için?
yiyecekler kişinin kendini aşması için?
yiyecekler estetik için...

Satmak olmadığını,tutkuyla  bağ kurmak olduğunu anlasa varya. İşte o zaman bu topraklardan marka fışkırır.

20 Haziran 2016 Pazartesi

Büyümeden birlikte yaşlanmak

Birbirlerine öyle sıkı sarılıyorlardı ki
Kenetlenmişlerdi sanki
Birinin başı diğerinin omzunda, yaslanmış
Tek vücut olmuş gibi

Ta uzaktan çocuksuydu görünen
Yakınlaştıkça büyüyen
Her dalgayla yükselen
Ama eğilmeden, bükülmeden

Ağaç dalları gibiydiler
Aynı gövdeden aynı göğe yükselen
Huzurun gölgesinde
Rüzgarla dans eden

Ne düşünüyorlardı acaba?
Sessizliği paylaşırken
Konuşmadan geçen sürede
Sadece o anı sonsuzlarken

Bir el diğerinin belinde
Bir baş diğerinin omzunda
Kayadan uzanmış ayaklar birbirine değerken, bakışlar karşıda
Bir sevda her ikisinin de ufkunda

Başka bir şey bu
Büyük değil küçük dokunuşlarmış aslında
Büyümek zorunda kalmadan
Birlikte yaşlanmaya

16 Haziran 2016 Perşembe

Fantazi: Bilinmez bir evrende bilinebilir bir hayat

İster istemez, salt merak gereği üzerinde sayısız değerlendirme ve yorumun yapıldığı "beyinle" biraz flörtüm oluyor.  Özellikle Erkek-Kadın Beynini Anlamak gibi kitapları okuduktan sonra, ki bir erkeğin beynini anlamak ve anlatmak için 350 sayfa yazmaya gerek yok, bir el ilanı a5 boyutunda yeterli!, beynin kıvrımları ve ürettikleri hakkında topyekun fikirlerim dönüşmeye başladı. Değişmediler ama yavaş yavaş dönüşüyorlar.

İnanma bağımlılığı (ben bunu kişi, olgu vb hakkında önceden var olan kişisel (ön-son)yargı diye tanımlıyorum) nasıl oluşuyor? Mesela bunu çok merak ediyorum. Yani kendimizden başka bir insan, ülke, cemiyet, toplum... hakkında yanlış olup olmadığını kati bir kesinlikle bilmemekle birlikte duyduklarımız ya da okuduklarımıza neden inanıyoruz da, gözümüzle gördüğümüz halde bir insan, ülke, cemiyet, toplum...hakkında  doğru olduğunu bildiğimiz yanlışlara ya da yanlış olduğunu bildiğimiz doğrulara kendimizi kaptırmaktan alamıyoruz. Kendimize çok mu güveniyoruz acaba?

Duyduğumuz, okuduğumuz ya da gördüğümüzü sandığımız bilginin kaynağının inanırlığı ya da ona beslediğimiz güven nasıl oluşuyor peki? Güvenmeyi nasıl öğreniyoruz ki (konuşarak, sarılarak, görerek, tadarak, yaşayarak, hissederek)? Güvenmeyi eğer çok iyi öğrendiysek eğer (big if) neden  hala sık sık yanlış yapıyoruz?  Hadi gel bakalım. Sokağın ortasında bir kişi bize Free Hugs yapsın. Kocaman arkadan-önden kucaklasın.  Düşünelim sevgili homo sapiens. Yanlış olan inanç hormonlar sadece saate, biyolojik ritme değil, davranışa, tene ve eyleme de tepki veriyorlar. Hemde öyle bir tepki ki, daha çocukluktan başlıyor bazı bağımlılıklar.

Kız çocuğuna sarıldığı kadar erkek çocuğuna sarılmayan bir toplum var diyelim. Risk almak, tehlikeli işler yapmak ve şiddet eğilimini hangi cinsiyete atfedersiniz? Genel geçer kanaat erkek olacaktır, değil mi? Bu hayali toplumda erkekler 2015’te 284 kadın ve yanlarındaki 19 çocuk ile 18 erkeği katletmiş. Bir önceki yıl  281 ölüm, 340 yaralama. Bir önceki yıl 214 ölüm, 164 tecavüz.  Gazete haberleri içeriklerine göre kadınların % 77 oranında tanıdıkları erkekler tarafından katledilmeleri  (103 kadını resmi nikahlı kocaları, 10’unu dini nikahlı kocaları, 37’sini sevgilileri, 20’sini eski kocaları, 13’ünü babaları, 9’unu kardeş/ağabeyleri, 14’ünü diğer akrabaları, 11’ini damatları, 1’ini eski damadı, 4’ünü kocasının ailesinden erkekler, 4’ünü nişanlıları, 6’sını eski sevgilileri, 6’sını oğlu, 9’unu arkadaşları ya da tanıdıkları erkekler, 4’ünü annesinin ya da kızının sevgilisi ya da kocası, 4’ünü arkadaşlarının yeni ya da eski kocaları ya da sevgilileri, 1’ini kocasının oğlu, 1’ini işyerinden bir tanıdığı, 3’ünü müşterileri, 3'ünü komşuları, 4'ünü tecavüzcü erkekler, 3’ünü ilişki teklifini reddettiği erkekler, 6 kadını hırsızlık amacıyla evine giren vb gibi erkekler, 1’ini tanımadığı bir erkek (Kaynak: Bianet)) bizi yine temel soruya götürmüyor mu? Güvenmeyi öğre(t)niyor muyuz?

Bazı insanların diğerinden daha kalpsiz, agresif, sadık ya da güvenilir olması aile terbiyesiyle açıklanabilir mi? Bir zamanlar (gençlikte agresif olan) yaşlı erkekler kolektif olarak neden daha az agresif ? Acaba bu bir kuşak meselesi mi? Güven reseptörlerimiz olduğu kesin. Bir işaret, bir söz bir davranış karşımızdakine güvenmemizi sağlıyor. Yani daha denemeden güveniyoruz. Daha birlikte yaşamadan güveniyoruz. Büyük ihtimal burada anahtar DOKUNMAK, TEMAS.

 Annelerimizin süt verirken hissettirdiği yakınlık, sıcaklık ve sükunet halini  arıyoruz. Belkide bir dokunuşta, bir bakışta, bir temasta. Bunun illa fiziksel olmasına gerek yok. Sözler de dokunabiliyor insana.

Yani dokunmuyorsanız çocuğunuza gelecekte olabilecekleri listeleyim:

  • Büyük ihtimal büyüyünce bağlanma korkusu yaşayacak
  • Başka bir ihtimal sık sık eş değiştirecek
  • Diğer korkunç ihtimal empati yoksunu olacak ve hep stresli kalacak...
  • Sağlıklı ilişkiler kuramayacak
  • Arkadaşlar edinemeyecek
  • İyi anne-baba olamayacak.


Özetle, 100 kişiden sadece 8'inin diğerine güvendiği bu hayali ülkede Kevin Zaborney'in Ulusal Sarılma Gününün icadı (21 Ocak) çok anlamlı.

Gaye iyi ama süre yetersiz.

Hadi gün içinde bir saati sarılma anı ilan edelim mi?

Güvenmeyi ve nasıl güvenemeyeceğini çocuklarımıza tenimizle aktaralım mı?

Kendine de faydalı: 4 sevgi dolu kucaklaşma ile günü atlatmaya, 8'le kendini onarmaya fırsat yarat.






8 Haziran 2016 Çarşamba

Hayat veren hayat

Hayat ile ilgili çok söylenecek söz var denilse de hayat aslında basit. Ancak, birçoğumuz için nedense zor (benim içinde zor olduğu anlar olmadı mı sanıyorsunuz). İçinden çıkılmayacak hale getirmemizin nedeni ise basit. Ne kadar yadsısak da en temel neden kişinin kendisi! Çünkü; soruyu yani cevap aramamız gereken soruyu baştan yanlış sormaktayız.

Hayatın anlamı ne?

Özür dilerim; ben hayata ne hadle bu soruyu sorabilirim. Onun zaten ezelden ebediyete verilmiş bir anlamı var. Hayat, hayat vermek için var.  Yani verebilmek için.  Almasını bilene.

Angut angut bakınmaya gerek yok ne verecek diye? Ne verdiğinin farkında olmayan o kadar ki. Şimdi kalas, tahta, kereste, odun, kütük kelimeleri bende daha fazla anlam buluyor. Yeni yeni.

Soruyu değiştirdiğimde yani "hayata ne anlam katabilirim" ya da "hayatıma nasıl anlam katabilirim" dediğimde Olimpos'da bir kımıldama başlıyor. Zeus hayranlarına küçük bir hatırlatma yapmak isterim. Efsaneye göre kadının yaratılmasına neden olan bu zatıalinin aklında ceza vermek vardır. Buna rağmen adını çekici olsun diye Pandora koyarlar yani "bütün armağan". Ohhh ne armağan ne armağan!

Sonra Pandora'nın kutusu...

BENCE pandoranın kutusunda ümit felan yoktu. Sadece şu cümle vardı. "Prokrustes olmayın." Yani olmayın asla sabit fikirili, hiçbirşeyi geldiği gibi kabul etmeyen, kendi kural ve standartlarına uydurmaya çalışan tip. İnsanda ne kol-bacak-kafa bırakıyorsunuz sevgili hatunlar ve de adamlar Öylesine kabul etseniz olmuyor mu?

Neyse ana konuya geri döneyim. Eğer büyümeye geldiysem en önce hatalarımı sevmeliyim. Seviyorum sizi, hem de sonsuz. Onlar sayesinde hayatıma anlam girebilir! Benim adıma adını bile bilmediğin insanların uymam için koydukları kurallar varya. Onları şöyle köşeden biraz biraz kemirmeye başlayabilirim.  Bazı yasaklanan gerçeklerin gün ışığına çıkması belki o zaman başlayacak. Kim bilir?

Hergünüme, yetişmeme gecesini gündüzünü katan o özel kadına ve adama teşekkür ederek başlayabilir, yaş, örf-gelenek-görenek engel değil, hergün onları sevdiğimi onlara söyleyebilirim. Eskimiş bir postala çiçek dikebilir, öğrencilerimin benimle dalga geçmelerine izin verebilirim. Çünkü öğrendim. Neyi mi? Hayatıma nasıl anlam katacağımı.

Özelim. Özel kalacağım. Öyle değilsem burda ne işim var?

Bunun adı asla kendini beğenmişlik değil. Üstüne çıkabilmek ilüzyon sorumlulukların. Ya bayıldım bu lafı hayatıma katana. İlüzyon sorumluluklar hayata anlam katmaktan uzaklaştırıyor seni ey insan. Nemesis gibi ne iyi ne kötü, ama talih hak ettiğine göre değil öylesine dağıtılıyor. Haberin olsun. Dünya adil bir yer değildi, değil ve asla olmayacak. Öyle olsaydı Themis'in gözleri açık olurdu. Terazisi de yamuk olmazdı.

İyi de bana ne Themis'den diyenlere duyurulur. Karışmayın hayata. Kavga etmeyin onla. Farkında değilsin ama yaşıyor o. Hırpalıyorsun.

Hangi hırpaladığın canlı sana dostluk eli uzattı ki?

Şu dünyada üç beş günlük ömrün var,
Nedir bu dükkanlar, bu konaklar?
Ev mi dayanır, bu sel yatağına?
Bu rüzgarlı yerde mum mu yanar?
Ö. H.


10 Mayıs 2016 Salı

Temel dürtüler...

Yazmak entelektüel bir kadınla birliktelik gibi. Her anı heyecanlı, estetik, öğretici, düşündürücü. Çok sık karşıma çıkıyor bu aralar. Dokunmadan bahsetmeden geçemeyeceğim. 80 bin yıllık insanlık tarihinde temel dürtüler unutulmuş. Erkek ne ister, peki ya kadın? Mengüç malzeme için sağol.

Geçmeden önce...

Birbirine saygı-itaat denen kavram, toplumun, bireysel ilişkilerin temel yakıtı kapitalizme yeni düşmüş. İmaj yenmez insanoğlu! Venedik vebası, maske ve sonrası malum.

Ya evet ya hayır. Yani ya alacaksın ya almayacak, ya seveceksin ya sevmeyecek, ya konuşacaksın ya susacak. Elbette her şey zıddıyla var olacaktır. Ama iki zıt aynı anda var olamaz mı? Yani hem sevmek hem sevmemek aynı kişide? Ölmek ile canlanmanın her gün aynı bedende devam ettiğini düşündüğümde diyalektik oluş mümkün görünüyor. Yani bir "evet" gerçekte biraz ya da tamamen hayır da barındırabilir değil mi? Yokoluş bir oluş barındırıyor mu?

Nagazakiye atom bombasının yapamadığını Japon kadın erkek arasında binlerce yıldır var olan itaat olgusunu yerle yeksan ederek başardı kapitalizm. Nasıl mı? Akan anlattı bayıldım. Erkeğe karşı kadın tarafından gösterilen saygı - ki bu tek taraflı değil- erkeğin elinden alındığında erkek nerede aradı kaybettiği saygıyı sizce? Evet tabiki Porsche, Ferrari, Armani vb kapitalizmin silahşörlerinde.

Gelelim 80 binlik mirasa. Erkek, fiziksel güçlü. Bakmak korumakla programlanmış. Ava gidiyor grup olarak. Binlerce yıldır bu böyle. Konuşmuyor. Şuşşşş! İşte avladı, omuzladı döndüğünde bir şölen, bir kutlama. Ne kadar güçlüsün. Aslında biçarenin istediği et yemek değil. Pohpohlanmak, onure edilmek. Ey zamane kadınları. Zor mu evde erkeği pohpohlamak? 80 bin yıllık dürtüye ters olan onu evde konuşturmaya çalışmak:)

Peki ya kadın? Evde. Onunda görevi korumak geliştirmek aktarmak üretmek. Aaaaa. Bu ot zararlı, şu mantar zehirli. Gelecekte lazım olur dur şunu da toprağa kakayım. Al sana ilk tarım. Eee komşu ne yapıyor acaba? Dur onu uyarayım aman o mantardan toplamasın. Güvenilir değil? Yani kadının en temel dürtüsü konuşmak, paylaşmak ve güvenilir kanatlar altında hissetmek. Ey erkek! Kanatlarına ne oldu.

Ne olur gerçekten o kadar koptun ki, bunu sana başartan neydi biliyor musun? Standartlaşma! Diğerine benzeme arzusu. Seni yok eden bu saçmalık. Ne olur kendini gör. Ne saç boyayarak, ne ameliyatlarla içindekini o sonsuz huzursuzluğu değiştirebiliyor musun? Bunun formülü

Beklentisiz yaşamak.

Kalıpsız olmak..

Dün Ufuk'un dediği gibi küçük alanlarda asi savaşlar vermek.

Vitray yağ tenekelerine, kola tenekeelrine, eskimiş ayakkabılara inadına çiçek ekmek.

2 Mart 2016 Çarşamba

SAMİMİYET

Çağın vebası olduğunu düşünüyorum.

Vıcık vıcık, etrafa sürekli yayılan, önlem alınması imkansız bir hastalık. Maalesef, içeriye nüfus ettiği andan itibaren saniyesinde kişiyi dönüştürüveriyor. Hani şu uzaylıları konu alan filmlerde olduğu gibi. Büyük bir şehir anında uzaylıların emrine giren insanlarla doluveriyor.

Samimiyetsizlikte böyle. Biryerde baş gösterdiğinde gözünüzü açıp kapayana kadar her yere ulaşıyor.

O anda anlaşılmıyor. İllaki bir öncesi-sonrası gerekiyor.

Öncesi Durumu:
Seni çok seviyorum, ruh ikizim, bir tanem, senin için canımı veririm, ay benim için ne kadar değerlisin diye ağzından bal damlıyorsa, ya da kardeşim sana hastayım, ne baba adamsın, beni dertten kurtardın Allah razı olsun, kol kanat geren senden başkası yok, ya da hocam iyiki varsın, siz bir tanesiniz, olmasaydınız beni yerdi bunlar, şunu size borçluyum (kerhen de olsa) deniliyorsa

Bunlar aman kandırmasın.

Neden. Çünkü daha tecelli etmedi. Ne mi?  Tabiki ADALET.

 Bu arada anlamı ne ki adaletin?

Köken olarak zıtlıktan bahsetmiyor mu? Birşeye meyletmek, dönmek değil mi?  Eee o zaman öncesi olan birşey sonrasına ulaşmadan öncesine dönemezki.

Bu nedenle adalet hep geç tecelli eder sanırız. Niyee? Aslında adalet tam da zamanında tecelli eder. Sadece dönmesini tamamlaması gerekir. Geç kaldığını düşündüğümüz o an, aslında bize zaman veriyor ki öncesinin bir de sonrasını görelim. Ve değerlendirelim.

Sonrası Durumunda (ki menfaat samimiyetsizliğinin tepesidir):
Yapmasaydın, hasta ruhlusun, sen aslında sevdiğim kişi değildin, benim için kullanılmış mendil kadar kıymetin yok, yapmasaydın hocam, kardeşim bana iyilik yap diye ben mi yalvardım...

Neyse. Toplumun çok büyük derdi gerçeği gizlemek. Bazen kırgınlıkları, bazen kızgınlıkları, gerçek düşünce ve duyguları, nefreti köprüden geçene kadar gizlemek. Karşındakine değer veriyormuş gibi görünmek. Hani millet oruç tutuyor sansın diye, sahurda zahmet edilip açılan mutfak ışıkları gibi. Ya da yanında gülümseyip, sonrasında dedikodu yapmak gibi.

Samimiyetsiz olduk.

Samimiyetsizliğin başka birşeye evrilme şansı da yok. Son nokta.

Bundan sonraki aşama tufan.

Hepimiz birbirimizin samimiyetsiz olduğunu anladığımızda ne olacak acaba?

29 Şubat 2016 Pazartesi

İNAT

Yahu şu inat duruma bakar mısın? Gönülleri fethetmek, dayanışma aşılamak varken çatışmayı ve çarpışmayı tercih ediyoruz.  Bir inat uğruna, hem de. Hani dünyada ne kadar zor şey varsa onu mu tercih etmeli insan?

Bahsettiğim doğru da inat değil? Şimde kime göre doğru diyeceksin. Doğru eğer doğruysa kime göreye gerek olmaz ki.

İnatçılık, gerek doğru ve gerekse yanlış kendi istek ve düşüncelerinde gereğinden fazla ısrarcı olmak demekse eğer, inat,  hem de körü körüne inat, zehirden başka birşey değil kanımca.

İnadın diğer adı galip gelme hırsı. Ancak biline ki  hırsından dolayı selamate ulaşmış insan yoktur. Felaketin uçan halısıdır HIRS.

Neden inat edersin be insan? Ne beklersin? Ne yetersiz gelir sana? Sorunun nedir belli değil. Salt bencillik. Çünkü inadım, efendim. Aferdersin koçum! Eşek de inat. Bak sonuçta ne oluyor, sırtından sopa eksilmiyor. Rüzgara karşı seslensen ne olacak, senden başkası duymuyor zaten.

İnadın sebeplerinin başında kibir ve gurur. Kibirli insan hatalarını kabul etmek istemez ve gururuna yediremediği için, bile bile yanlışta inat eder.

Şimdi bir uzmana kulak verelim...(Prof. Dr. Erol Özmen'in sitesine bakınız)

"İnatçılık gösteren kişiler kendi düşüncelerine takılıp kalan, ısrarcı biçimde dediğinin kabul edilmesini ve yapılacak olanın kendi dediği şekilde yapılmasını bekleyen insanlardır. Yaptıklarının her yönünü, olası sonuçlarını, başkası için ne anlama geldiğini dikkate almadan hareket ederler.


Psikolojik gelişim dikkate alındığında inatlaşmanın her insanda özerklik kazanma (2-3 yaşları) ve ergenlik döneminde doğal olarak ortaya çıktığı gözlenmektedir. Erişkinlerde gözlenen inatçılık da bu dönemlerde şekillenmektedir. 2-3 yaşlarındaki çocuk ‘özerk olma’, ‘ne olursa olsun kendi istediğini yapma’, ‘kendisini kabul ettirme’ ve ‘başkasının denetimine girmeme’ mücadelesi verir. Ergenlik dönemi ise çocuklukta şekillenen her türlü ruhsal yapının gözden geçirildiği ve sonunda da oturduğu dönemdir. Bu dönemlerde yaşanan inatlaşma psikolojik gelişimde kaçınılmaz olarak ortaya çıkan ve yaşanması gereken bir özelliktir. Fakat anne ve babanın olumsuz tutumları sonucunda sağlıklı biçimde aşılamayan inatlaşma kalıcı bir özellik haline gelebilmektedir. YANİ KABUL EDİN. İNADINIZ BİZDEN KAYNAKLI DEĞİL.


İnatlaşmayı ortaya çıkaran etmenler kişiden kişiye büyük farklılıklar göstermektedir. Bu nedenle her inatlaşma aynı tutulmamalı, kendine özgü çerçevede değerlendirilmelidir. Bazı insanlar haklarının yendiği ve karşısındakinin kendisini küçümsediği / aşağıladığı duygusuna kapıldığı için, bazı insanlar başkasının haklı olabileceğini kabullenmede zorlandığı için, bazı insanlar karşıdakinin dediğine uyarsa yaşamının denetimini kaybedeceğini düşündüğü için, bazı insanlar ise öfke ve kızgınlıklarını ancak böyle (pasif agresif) gösterebildikleri için inatlaşırlar. İnatlaşan kişi kendi dediğinin doğru olduğunu kabul ettirme, haklı olduğunu onaylatma gereksinimi içindedir".

Çok bilmiyor olabilirim. Ancak İnadın sonu çoğunlukla UTANMA ve AYIPLANMADIR.

6 Ocak 2016 Çarşamba

GELECEK VE FALCILIK ÜZERİNE

Sevgili "geleceği görme saplantısı" olan camiadakilere birkaç sorum var. Evet sayın falcılar.

Neden yuvarlak yuvarlak konuşuyorsunuz?
Yani anlatımınız ne kadar bulanık olursa, kendini o tanımın içine yerleştirecek insanların sayısı da o kadar fazlalaştığı için mi?

Acılar içinde doğum yaparken saatine bakmadığından dolayı sonradan çocuğundan fırça yiyen annelerin günahını niye alıyorsun? Kaç çocuk anasına sırf bu yüzden kızdı biliyor musun? Annenin saatine mi bakacağız, hastanenin mi, ebenin mi?

Ya ilk günden bugüne bu dünya hiç yalpalamadı mı? Ne oldu şimdi eksenin kaydı sanırım.

İradeden yoğun insanların akıllarını nasıl çelebiliyorsun? (cevabı sorunun içinde zaten). O olacak, bu olacak, başına şu gelecek diyerek insanları beklenti tutsağı yaptığınızın farkında mısınız? Valla oldukça iyi bir pazarlama taktiği. Beklentiyi gerçekleştirmek için hayatını karartanlar var, biliyor musun? Buna barnum etkisi diyorar haberin kesin var. Yani insanlar birşeye inanıyorlarsa kendi kendine onu doğrulamak çabasına girerler.

Gelecekten haber veriyon madem, 3 harfli 5 harfli nelerin varsa, bir piyango isabet ettir kendine abicim. Söz inanacağım.

Yok kuantum dokunuşu, yok ruhsal aydınlanma. Geç kardeşim, geç. Hayatına gülümseyi sokmadığın, öfkeyle beslenmeyi kesmediğin, kötümserliği bırakmak için alanında uzmana görünmediğin sürece bir tarafınıza fal çubuğu da kaçsa kendi yarattığınız girdaptan kurtulamazsınız.

"Kişi inanmak isterse her fal doğru çıkar" eğitimini ve öğretisini size veren kimdir?

İnsanların en çok müzdarip olduğu konular yani "aşk, para, iş, sağlık" dışında neden birşeyler söylemiyorsunuz?

Ya bu burç yorumlama yüzyıllardır var mıydı? 1 Ağustos 1930 da İngiltere Prensesi Margaret’ın dünyaya geldiği güne kadar günlük burç yorumu diye bir şey yokmuş. Sunday Express gazetesinin farklı bir haber yaratma arayışı içindeki yayın yönetmeni John Gordon, o gün astroloji heveskarı Richard Harold Naylor’ın kapısını çalmış. Naylor da prensesin yıldız haritasını çıkarmış. Bunu yayınlayan gazete yok satmış, hemen akabinde, 12 burçluk günlük yorumlar icat edilmiş. Hele yıllar sonra The Daily Mail gazetesi 1980’lerde okurlarına telefonla burç falı hizmeti başlatınca işler çığrından çıkmış, çılgınlığa dönüşmüş…

Anda kalmayı öğren be abicim, bacım... Ne bu gelecek kaygısı

Bu arada Üstün Dökmen hocanın ellerine sağlık.

https://www.youtube.com/watch?v=y7lvHG1akKQ 

Yahu falsız kalın, rahatlayın