Öne Çıkan Yayın

Çocuklarıma öğütler...

Karşısındakinde gördüğün suç, sendeki suçun cinsindendir. Önce o huyu kendi tabiatından atman gerek. Sendeki çirkin huy, sana onda göründü. ...

20 Haziran 2016 Pazartesi

Büyümeden birlikte yaşlanmak

Birbirlerine öyle sıkı sarılıyorlardı ki
Kenetlenmişlerdi sanki
Birinin başı diğerinin omzunda, yaslanmış
Tek vücut olmuş gibi

Ta uzaktan çocuksuydu görünen
Yakınlaştıkça büyüyen
Her dalgayla yükselen
Ama eğilmeden, bükülmeden

Ağaç dalları gibiydiler
Aynı gövdeden aynı göğe yükselen
Huzurun gölgesinde
Rüzgarla dans eden

Ne düşünüyorlardı acaba?
Sessizliği paylaşırken
Konuşmadan geçen sürede
Sadece o anı sonsuzlarken

Bir el diğerinin belinde
Bir baş diğerinin omzunda
Kayadan uzanmış ayaklar birbirine değerken, bakışlar karşıda
Bir sevda her ikisinin de ufkunda

Başka bir şey bu
Büyük değil küçük dokunuşlarmış aslında
Büyümek zorunda kalmadan
Birlikte yaşlanmaya

16 Haziran 2016 Perşembe

Fantazi: Bilinmez bir evrende bilinebilir bir hayat

İster istemez, salt merak gereği üzerinde sayısız değerlendirme ve yorumun yapıldığı "beyinle" biraz flörtüm oluyor.  Özellikle Erkek-Kadın Beynini Anlamak gibi kitapları okuduktan sonra, ki bir erkeğin beynini anlamak ve anlatmak için 350 sayfa yazmaya gerek yok, bir el ilanı a5 boyutunda yeterli!, beynin kıvrımları ve ürettikleri hakkında topyekun fikirlerim dönüşmeye başladı. Değişmediler ama yavaş yavaş dönüşüyorlar.

İnanma bağımlılığı (ben bunu kişi, olgu vb hakkında önceden var olan kişisel (ön-son)yargı diye tanımlıyorum) nasıl oluşuyor? Mesela bunu çok merak ediyorum. Yani kendimizden başka bir insan, ülke, cemiyet, toplum... hakkında yanlış olup olmadığını kati bir kesinlikle bilmemekle birlikte duyduklarımız ya da okuduklarımıza neden inanıyoruz da, gözümüzle gördüğümüz halde bir insan, ülke, cemiyet, toplum...hakkında  doğru olduğunu bildiğimiz yanlışlara ya da yanlış olduğunu bildiğimiz doğrulara kendimizi kaptırmaktan alamıyoruz. Kendimize çok mu güveniyoruz acaba?

Duyduğumuz, okuduğumuz ya da gördüğümüzü sandığımız bilginin kaynağının inanırlığı ya da ona beslediğimiz güven nasıl oluşuyor peki? Güvenmeyi nasıl öğreniyoruz ki (konuşarak, sarılarak, görerek, tadarak, yaşayarak, hissederek)? Güvenmeyi eğer çok iyi öğrendiysek eğer (big if) neden  hala sık sık yanlış yapıyoruz?  Hadi gel bakalım. Sokağın ortasında bir kişi bize Free Hugs yapsın. Kocaman arkadan-önden kucaklasın.  Düşünelim sevgili homo sapiens. Yanlış olan inanç hormonlar sadece saate, biyolojik ritme değil, davranışa, tene ve eyleme de tepki veriyorlar. Hemde öyle bir tepki ki, daha çocukluktan başlıyor bazı bağımlılıklar.

Kız çocuğuna sarıldığı kadar erkek çocuğuna sarılmayan bir toplum var diyelim. Risk almak, tehlikeli işler yapmak ve şiddet eğilimini hangi cinsiyete atfedersiniz? Genel geçer kanaat erkek olacaktır, değil mi? Bu hayali toplumda erkekler 2015’te 284 kadın ve yanlarındaki 19 çocuk ile 18 erkeği katletmiş. Bir önceki yıl  281 ölüm, 340 yaralama. Bir önceki yıl 214 ölüm, 164 tecavüz.  Gazete haberleri içeriklerine göre kadınların % 77 oranında tanıdıkları erkekler tarafından katledilmeleri  (103 kadını resmi nikahlı kocaları, 10’unu dini nikahlı kocaları, 37’sini sevgilileri, 20’sini eski kocaları, 13’ünü babaları, 9’unu kardeş/ağabeyleri, 14’ünü diğer akrabaları, 11’ini damatları, 1’ini eski damadı, 4’ünü kocasının ailesinden erkekler, 4’ünü nişanlıları, 6’sını eski sevgilileri, 6’sını oğlu, 9’unu arkadaşları ya da tanıdıkları erkekler, 4’ünü annesinin ya da kızının sevgilisi ya da kocası, 4’ünü arkadaşlarının yeni ya da eski kocaları ya da sevgilileri, 1’ini kocasının oğlu, 1’ini işyerinden bir tanıdığı, 3’ünü müşterileri, 3'ünü komşuları, 4'ünü tecavüzcü erkekler, 3’ünü ilişki teklifini reddettiği erkekler, 6 kadını hırsızlık amacıyla evine giren vb gibi erkekler, 1’ini tanımadığı bir erkek (Kaynak: Bianet)) bizi yine temel soruya götürmüyor mu? Güvenmeyi öğre(t)niyor muyuz?

Bazı insanların diğerinden daha kalpsiz, agresif, sadık ya da güvenilir olması aile terbiyesiyle açıklanabilir mi? Bir zamanlar (gençlikte agresif olan) yaşlı erkekler kolektif olarak neden daha az agresif ? Acaba bu bir kuşak meselesi mi? Güven reseptörlerimiz olduğu kesin. Bir işaret, bir söz bir davranış karşımızdakine güvenmemizi sağlıyor. Yani daha denemeden güveniyoruz. Daha birlikte yaşamadan güveniyoruz. Büyük ihtimal burada anahtar DOKUNMAK, TEMAS.

 Annelerimizin süt verirken hissettirdiği yakınlık, sıcaklık ve sükunet halini  arıyoruz. Belkide bir dokunuşta, bir bakışta, bir temasta. Bunun illa fiziksel olmasına gerek yok. Sözler de dokunabiliyor insana.

Yani dokunmuyorsanız çocuğunuza gelecekte olabilecekleri listeleyim:

  • Büyük ihtimal büyüyünce bağlanma korkusu yaşayacak
  • Başka bir ihtimal sık sık eş değiştirecek
  • Diğer korkunç ihtimal empati yoksunu olacak ve hep stresli kalacak...
  • Sağlıklı ilişkiler kuramayacak
  • Arkadaşlar edinemeyecek
  • İyi anne-baba olamayacak.


Özetle, 100 kişiden sadece 8'inin diğerine güvendiği bu hayali ülkede Kevin Zaborney'in Ulusal Sarılma Gününün icadı (21 Ocak) çok anlamlı.

Gaye iyi ama süre yetersiz.

Hadi gün içinde bir saati sarılma anı ilan edelim mi?

Güvenmeyi ve nasıl güvenemeyeceğini çocuklarımıza tenimizle aktaralım mı?

Kendine de faydalı: 4 sevgi dolu kucaklaşma ile günü atlatmaya, 8'le kendini onarmaya fırsat yarat.






8 Haziran 2016 Çarşamba

Hayat veren hayat

Hayat ile ilgili çok söylenecek söz var denilse de hayat aslında basit. Ancak, birçoğumuz için nedense zor (benim içinde zor olduğu anlar olmadı mı sanıyorsunuz). İçinden çıkılmayacak hale getirmemizin nedeni ise basit. Ne kadar yadsısak da en temel neden kişinin kendisi! Çünkü; soruyu yani cevap aramamız gereken soruyu baştan yanlış sormaktayız.

Hayatın anlamı ne?

Özür dilerim; ben hayata ne hadle bu soruyu sorabilirim. Onun zaten ezelden ebediyete verilmiş bir anlamı var. Hayat, hayat vermek için var.  Yani verebilmek için.  Almasını bilene.

Angut angut bakınmaya gerek yok ne verecek diye? Ne verdiğinin farkında olmayan o kadar ki. Şimdi kalas, tahta, kereste, odun, kütük kelimeleri bende daha fazla anlam buluyor. Yeni yeni.

Soruyu değiştirdiğimde yani "hayata ne anlam katabilirim" ya da "hayatıma nasıl anlam katabilirim" dediğimde Olimpos'da bir kımıldama başlıyor. Zeus hayranlarına küçük bir hatırlatma yapmak isterim. Efsaneye göre kadının yaratılmasına neden olan bu zatıalinin aklında ceza vermek vardır. Buna rağmen adını çekici olsun diye Pandora koyarlar yani "bütün armağan". Ohhh ne armağan ne armağan!

Sonra Pandora'nın kutusu...

BENCE pandoranın kutusunda ümit felan yoktu. Sadece şu cümle vardı. "Prokrustes olmayın." Yani olmayın asla sabit fikirili, hiçbirşeyi geldiği gibi kabul etmeyen, kendi kural ve standartlarına uydurmaya çalışan tip. İnsanda ne kol-bacak-kafa bırakıyorsunuz sevgili hatunlar ve de adamlar Öylesine kabul etseniz olmuyor mu?

Neyse ana konuya geri döneyim. Eğer büyümeye geldiysem en önce hatalarımı sevmeliyim. Seviyorum sizi, hem de sonsuz. Onlar sayesinde hayatıma anlam girebilir! Benim adıma adını bile bilmediğin insanların uymam için koydukları kurallar varya. Onları şöyle köşeden biraz biraz kemirmeye başlayabilirim.  Bazı yasaklanan gerçeklerin gün ışığına çıkması belki o zaman başlayacak. Kim bilir?

Hergünüme, yetişmeme gecesini gündüzünü katan o özel kadına ve adama teşekkür ederek başlayabilir, yaş, örf-gelenek-görenek engel değil, hergün onları sevdiğimi onlara söyleyebilirim. Eskimiş bir postala çiçek dikebilir, öğrencilerimin benimle dalga geçmelerine izin verebilirim. Çünkü öğrendim. Neyi mi? Hayatıma nasıl anlam katacağımı.

Özelim. Özel kalacağım. Öyle değilsem burda ne işim var?

Bunun adı asla kendini beğenmişlik değil. Üstüne çıkabilmek ilüzyon sorumlulukların. Ya bayıldım bu lafı hayatıma katana. İlüzyon sorumluluklar hayata anlam katmaktan uzaklaştırıyor seni ey insan. Nemesis gibi ne iyi ne kötü, ama talih hak ettiğine göre değil öylesine dağıtılıyor. Haberin olsun. Dünya adil bir yer değildi, değil ve asla olmayacak. Öyle olsaydı Themis'in gözleri açık olurdu. Terazisi de yamuk olmazdı.

İyi de bana ne Themis'den diyenlere duyurulur. Karışmayın hayata. Kavga etmeyin onla. Farkında değilsin ama yaşıyor o. Hırpalıyorsun.

Hangi hırpaladığın canlı sana dostluk eli uzattı ki?

Şu dünyada üç beş günlük ömrün var,
Nedir bu dükkanlar, bu konaklar?
Ev mi dayanır, bu sel yatağına?
Bu rüzgarlı yerde mum mu yanar?
Ö. H.