Öne Çıkan Yayın

Çocuklarıma öğütler...

Karşısındakinde gördüğün suç, sendeki suçun cinsindendir. Önce o huyu kendi tabiatından atman gerek. Sendeki çirkin huy, sana onda göründü. ...

31 Ocak 2014 Cuma

Baba ve Anneme...

Bilgeliğin
Sabrın
Serinliğin
Hoşgörün
Şefkatin
Adaletin için sana minnettarım...

Dostluğun
Vefan
Koruyuculuğun
Rehberliğin
Affediciliğin için sana hayranım...

Desteğin
Işığın
Koşulsuz sevgin
Merhametin
Açtığında gördüğüm kanatların
Tecrüben için sana muhtacım...

Haddime değil ama
Kırdıysam
Üzdüysem
Acıttıysam
Unuttuysam
N'olur. Yüce kalbine sor son bir kere...

İdolüm
Ekolüm
Dünüm
Bugünüm
Yarınım
Benim için
İyi ki varsın...

"Ben" olabilmek için bir "O" olmalı...

Görüyoruz ki devletlerinde insanlarında var olabilmesi için sadece kendilerine değil bir "karşı" tarafa ihtiyaçları var. ABD-Rusya, Çin-Japonya, Türkiye-Yunanistan gibi...Geçmişte de böyleydi gelecekte de böyle olacak. Yoksa bile bir "karşı" yaratılacak. Haksızlık karşıya yüklenecek ki, bir taraf arınacak...

Farklı olmak için farkın karşılaştırılacağı bir "karşı" gerekli. Kişi kendini savunurken, saldırırken bir karşı olmalı. Ancak bu karşı yaratma gayreti içinde asıl kaybolan ne? Bütün güzel oyuncakları çocuğunuza satın alırken, en pahalı okullarda onu okuturken çocuğunuza "dokunmayı" unutmak gibi. "Sen" dilini kullanırken diğerinin savunma düğmelerine bastığımızı unutmak gibi... Övülmeyi severken yerilmeyi de hazmedebilmek gibi. Diyalogdan kastımızın monolog olduğu gibi...

İnsan kendine neden bir karşı taraf yaratır? Hükmetmek yanıtlardan biri olabilir. Savaşmalıdır, zafer kazanmalıdır. Böylelikle takdir edilmelidir. İlkel bir dürtü ancak egemen ve yaygın olabilir.

Hiçbir şeye karşı olmadan yaşayabilir mi insan? Peygamber sabrı gerekir. Sanırım bu yaradılışa da terstir. Kör inanç istenmeyen bir durumdur. Sormak, sorgulamak en temel hazinesidir insanın.

Kırmadan, dökmeden yaşayabilir mi insan? Tek başına ise belki. Ama ya diğerleriyle birlikte yaşarken. Bu nedenle Üniversite yıllarında insan en sevdiği arkadaşıyla eve çıkmamalı. Kırıyor, döküyor, kaybediyor ve üzülüyor.

Var olana değil de neden yok olana yoğunlaşır insan? Sağlığın, evin, araban, işin, eşin, çocukların, arkadaşların var. Daha ne ister insan? Annen-baban hayatta ise annesi ya da babası bu dünyadan göçmüşlere göre, araban-evin varsa ülkede arabası-evi olmayanlara göre, maaşın varsa olmayanlara göre, çocukların varsa çocuğu olamayanlara göre, sağlıklı isen hastanelerde dertlerine çare arayanlara göre, koşabiliyorsan fiziksel engellilere göre kendini şanslı saymalı ve şükretmelisin. Sahip olduğuna karşı olma...

Aikido gibi karşı senin en büyük hazinendir aslında. En büyük korkusudur yeni doğan bebeğin "düşmek". Düşmemek için tutunmak ister. O nedenle sımsıkı yapışır karşının parmağına.  Bu korku yetişkinin de tüm hayatını yönetir biraz. Çaptan düşmek, gözden düşmek derken düşmemek ve dengede kalmak için uğraşır durur. Bir bebek gibi sımsıkı tutmak için başkalarını arar. Ararken ve tutunurken diğerlerinin de dengesini bozabilir oysa ki insan. O nedenle kime tutunduğunu iyi bilmeli. "Tutunacak Etek" olmak konusunda düşünmeli insan.

Bakar mısın? Trafik kazası geçiriyor. Yatalak yıllarca. Locked-in sendromuyla boğuşuyor. Sadece bir göz kapağını hareket ettirebiliyor. Bilinç tamamen açık ama vücut cevap vermiyor. Kendi vücudunda hapis. Her şeyi fark ediyor, hissediyor, sadece görebiliyor. Bu adam alfabedeki harflerin sıralarına denk gelen sayılar kadar göz kırparak kitap yazabiliyor.  Peki ya biz? Nasıl da boşa harcıyoruz zamanı değil mi?

Anne-babaya dahi karşıyız. Aramaya dahi üşeniyoruz. Oysa ki. Bir küçük video. Sahne de bir bahçe. Bir bank ve küçük oğul ve baba. Yan tarafa kuş konuyor. Oğul soruyor baba bu ne. Okuduğu kitaptan yavaşça o tarafa bakarak baba bu serçe diyor. Çocuk "ne" diyor baba "serçe". Tam 40 defa soruyor çocuk. Baba sevecen, sabırlı.  Kırk defa "serçe" diyor. Aradan yıllar geçiyor. Aynı bahçe aynı bank. Ama baba yaşlanmış, oğul genç delikanlı olmuş. Bu sefer babası soruyor. Daha ilk soruda oğul çıldırıyor. Değişen ne? En yakınımızı kırmada ki bu aymazlık neden? Dışarıya hoş görünmek için neden içindekini eziyorsun? Farkında mısın, içine karşısın.

Değiyor mu?



25 Ocak 2014 Cumartesi

Güç kirlenmesi ve "hubris" lerimiz

Genelde siyasetçilerde görünür diyorlar ya. Halt etmişler. Elitist bir hastalık mı ki bu, nedir?

Tanrısal ego ya da kibir sadece mütevazi kişiliklerde ve bilgelerde hiç yok, sanırım. Güç kirlenmesi yaşamayan modern kral az olsa gerek. Huzur mücadelesinde daha çok mevzi kaybedilip, yenilgi arttıkça daha çok duyacağız bu "hubris" sendromunu. İlkel toplumlardaki "Tanrı-hükümdar" ve "tanrıdan yetki alan egemenler" in yerini almış kişilerin maşallah hala her yerde tonla var olduğu söyleniyor. Yayınlanan bir çalışmaya göre tanı koyabilmek için aşağıdaki 14 bulgudan 3 ya da 4'ü yeterliymiş:

"Bulunduğu yeri, güç kullanımı yoluyla kendini yücelteceği bir yer olarak görür. Öncelikle kişisel imajını geliştirmek amaçlı hareket etme eğilimi vardır.   Görüntüsü ve ifadeleri ile orantısız bir endişe içindedir.    Mevcut faaliyetleri ile ilgili konuşurken, bir mesih gibi yücelme eğilimi taşır.  Kendisini kuruluşla bir tutar. Konuşmalarında kraliyet ailesine özgü bir “biz” ifadesi kullanır.   Aşırı özgüven gösterir. Kendisi için öteki olan grubu açıkça hor görür.  Diğer insanlar ya da iş arkadaşları gibi sıradan bir mahkemeye değil de sadece tarih ya da Tanrı gibi bir üst iradeye karşı hesap verebilir olduğu duygusunu taşır.   O üst iradenin yargılamasında, haklı olacağına dair sarsılmaz inancı vardır. Gerçeklik ile bağı kopmuştur. Pervasız, tezcanlı, vesveseli, huzursuzdur, dürtüsel eylemler sergiler. Uygulamaların, sonuç ve maliyetlerinin dikkate alınmasını önlemek için, uygulamalarını ahlak, dürüstlük hakkında “geniş tasavvurlarına” dayandırır. Aşırı özgüven, işlerin ters gidebileceği düşüncesinden yoksun, uygunsuz politikalar oluşturmasına neden olur. Kendinden olmayana dava açar".

 Yani "güç zehirlenmesi; abartılı gurur, baskın bir kendine güven ve kendinden başkaları için içten bir küçümseme duygusu ve gerçeklikten kopuş" gibi belirtilerdir Hubrisi ortaya çıkaran. O zaman kimler "hubrisli" değil ki diyesi geliyor insanın!



Hayattaki kutsal sayı...

Ben-sen
iyi-kötü
yer-gök
doğu-batı
büyük-küçük
kadın-erkek
cennet-cehennem
canlı-cansız
kedi-köpek
dinli-dinsiz
dilli-dilsiz
dost-düşman
kısa-uzun
gündüz-gece
hayal-gerçek
siyah-beyaz
alt-üst
savaş-barış
anne-baba
yaz-kış
dahili-harici
kahraman-hain
ABD-Rusya
Pepsi Cola-Coca Cola
McDonnalds-Burger King
bir-iki
Sence hangisi?

24 Ocak 2014 Cuma

Müzmin tornistan...

Zamanın birinde bir sadrazam yerine geçen sadrazama görev teslim ederken üzerinde 1-2-3 yazan 3 adet zarf teslim eder ve derki:

-Zamanı geldiğinde bu zarfları sırasıyla açarsın!

Yeni Sadrazam heyecan içinde "iyi ama devletlim zamanın geldiğini nasıl  anlayacağım?" der.

Eski sadrazam:

-Sen merak etme işaretler sana anlatır der.

Aradan 8-10 ay geçer. Sarayda bir huzursuzluk. Dedikodu. Sadrazam uyanır. Zarf açmanın zamanı geldi mi acaba der ve 1. zarfı açar. İçinde ilaç gibi bir tavsiye:

-Senden öncekileri suçla..

Aynen öyle yapar sadrazam. Benden önceki sadrazam ve ekibi şunu kötü yapmış. Bak burada adam kayırmış. Evet evet fesat çıkarıp haksız zenginleşmiş filan.

Saray, tebaa önlerine gelen bu malzemeye balıklama dalar ve bir süre saraydaki huzursuzluk "bak bak adamlara bizi nasıl söğüşlemişler" çikletiyle durur gibi olur. Ancak 8-10 ay sonra yeniden bir huzursuzluk peydah olur.  Ne yapsa durduramaz Sadrazam. Yine ortalık toz duman.

İşaretler der Sadrazam açalım 2. zarfı ve açar. Birde ne görsün

-Çalışma arkadaşlarını suçla der zarftaki öneri.

Başlar Sadrazam kendi oluşturduğu ekipten bazıları, hatta en yakın olanını suçlamaya. En yakını kara kutusudur sadrazamın.

Sadrazam der benim kara kutum benim yerime göz dikmiş, haberim olmadan saraya şunu almış bunu göndermiş, der.  Benden daha fazla saygı görmüş bu kutu. Fesatçı, gıybetçi olan bu der. Yeni düşman yaratılmıştır artık

Yeni dalga dedikodu tebaanın ağzında. Tebaa bir memnun bir memnun. Kara kutu görevden azledilmiştir artık . Ama nükseder tüm ahaliye sirayet eden dedikodu, huzursuzluk ve 8-10 ay sonra başlar yeniden.

Sadrazam anlam veremez bu huzursuzluğa. Neden der? Her şeyi de yapmıştım oysaki.

İşaretler der ve bir umutla sarılır 3. zarfa. Açar, okur ve anlar.

-Der zarf. Senden sonra gelecek sadrazama 3 zarf hazırla.

Yine sil baştan. Usulümüzdeki tornistan'ın nedeni budur işte.







22 Ocak 2014 Çarşamba

Doçentim olur musun?

Normal bir soru, değil mi?

İşte son yıllarda benimle doçentlik sınavına yönelik deneyimlerini paylaşanlardan derlediklerim.

Süre: Ortalama 2 saat
Soru: En az 10 (ama jürinin diğer üyelerinin merakı neticesinde araya sıkıştırılan sorular)
Mekan: Adaya yabancı, bazen gerçekten çok küçük ama hep soğuk algılanan bir atmosfer.
Bekleme odası: Bazen var, bazen yok.
Biçim: Sınav esnasında telefonların gelmesi, jürinin ihtiyaç için sınav esnasında dışarıya çıkması.
Servis: Çay-kahve ve su. Bazen yiyecek. Servis görevlisinin en az 10 gidiş-gelişi
Görünüm: Takım elbiseli aday
Refakatçi: Bazen eş, dost, bebek bazense hiç kimse.
Jüri üyeleri: Genç kuşak büyük hocalarla birlikte. Tamamen genç kuşak (eyvah). Jüri birbirini sevenlerden. Jüri birbirini sevmeyenlerden (eyvah ki ne eyvah). Dosyayı okumuş yutmuş. Dosyaya göz ucuyla bakmış. Kapağını kaldırmamış, belki kim bilir bir telefon yetmiş. Alandan ya da alan dışı.
Aday: Bin bir çeşit aday türü var. Doktora danışmanı jürisinde olan. Oda arkadaşı jürisinde olan. Jüriyi dosya verme amacıyla ziyaret eden. Jüriye hamili-yakınımdır telefonu ettiren. Siyaset bağlarını kullanan. Belki rektöre aratan. Dost görüntü altında jüriye diğerine doçentlik vermeyin diyen. Hocalar arasındaki limoni durumu kendi lehine kullanmaya çalışan.  Kimseyi aratmayan, tanımayan. Başkalarından olumsuz etki gelmesin diye jürisini kimseye açıklamayan. Sonuç olumsuz olursa bunu diğerlerine nasıl açıklarım tedirğinliği yaşayan- yaşamayan vs.

Sorular bazen inanılmaz kolay. Bazense cevabını jüri üyelerinin dahi bildiğinden şüphe ettiğimiz kazık cinsinden sorular. Yayın ve sözlü iki ayrı performans ama sanki geçirmek ve geçirmemek için iki ayrı tip soru var gibi. Hani düşünmeden edemiyorum. Doçentlik alınır mı verilir mi?

Jürinin karşısında kitlenmeyen aday yok gibi (kendim de dahil). Kitlenmenin tabi ki farklı tezahürleri var. Bazen adaydan ses namına hiç şey çıkmıyor. Bazen ise aday alıyor sazı eline konuştukça konuşuyor. Ama, konuyla ilgisiz konuşmalar bunlar. Kitlenmenin farklı bir türü.

Adayların sık kullandıkları kelimeler:
Sözünüzü kesiyorum ama hocam.
Atıyorum hocam.
Sorunuz basit ama (suç sende be jüri, ben zor sorulara hazırlanmıştım!)
Dilimin ucunda hocam.
Bunu gerçekten biliyordum ama şimdi hiçbir şey hatırlamıyorum
Öğrencilere her zaman verdiğim örnek ama bir türlü ipin ucundan yakalayamıyorum.
Sizin kitabınızda da vardı hocam.
Onun İngilizcesi neydi.
Bilmiyorum hocam.
Kitabınızı okumadım.
O konuya daha sabah bakmıştım.
Kendi yazdığım makaleyi hatırlamıyorum hocam!!!
Oradaki analizi ben yapmadım hocam!!!
Masanın bu tarafında olmak başkaymış hocam.
Hocam siz ipucu verseniz.

Oysaki adaydan beklenen bir soruyla ilgili olan kavramı açıklamak, bunun varsa sıralamasını yapmak. Ya da anlatılması istenen konuya sistematik yaklaşmak. Ama genel yaklaşım ben çok anlatıyım içinden doğruları hocalar çeksin çıkarsın gibi.

Jüriden efsane sorular:
Bana otel işletmesinin departmanlarını say yavrum?
Benim kitabımı okudun mu?
Kapalı bir mekanda (habitat) kediye yakalanmadan ilk seferde yiyeceğine ulaşan fare karnı acıktığında yiyeceğe yine aynı yoldan mı ulaşır (yani adaptasyon teorisine gönderme yapıyor bendeniz).
Neden doçent olmak istiyorsun (aday zaten doçentin yapacağı tür işleri yapıyor. Doktora öğrencisi, yüksek lisans öğrencisi var. Neyi eksik ki?  Doçentlik maaşta etki görevde etki değil gibi).

Aday'ın sorular bittikten ve dışarı alınırken söylediği efsane sözcükler:
Performansım çok kötüydü geçemem ben (aday kendi geçeceğine inanmazken jüri hoop 6 ay sonra ne değişecek de diyebilir, belki).

Aday da "ne sorarsan sor" stratejisi de var, "bildiğim konudan" sor da. "Ben diğerlerini hallettim sen ne istersen sor" da.

Aday ilk kendini tanıtıyor. Başlıyor ilkokulu şurada burada bitirdim niye. Evde akşam ne yediğini de anlatacak diye düşünüyorum bazen, çok samimi ama profesyonellik yok.

Kestiriyor gözüne bir jüri üyesini, sabitliyor bakışları. Resmen bir "cruise control" modunda. Biraz heyecan ve orada bulunduğundan aldığı zevk işaretleri lütfen. Aday bir ayna görse kendine hemen olumsuz not verir herhalde. Mutlu değil. Korkuyor (ya da diğer duyguların içinde). Neden korkuyor? Yeterince bilgi varsa korku neden? Tiran değil ki jüri üyeleri. Yakından tanısanız, çoğu aday için kapılar açmaya çalışıyor. Ancak o hengame de adayın gelen pası falan görmesine olanak yok. Bir telaş. Çok konuşmalıyım, çok konuşmalıyım. Sessiz geçen süre bana eksi yazıyor zannediyor. Oysaki tam aksi. Kimsenin adaydan her şeyi bilmeli beklentisi yok ki!

Adayı yakından izliyorum. Tüm mimik ve vücut hareketleri mutsuzluk yansıtıyor. Tabii farklı olmasını beklemek doğru değil. Bana da ders olmuyor değil hani. Her gün her saat mutsuz insanları gören ve onlarla ilgilenmek zorunda kalan doktorluk ya da polislik mesleğini seçmediğime çok memnun oluyorum.

Bu arada jüri üyelerinden çok gideni gördüm ama, adaylardan daha bir tanesi dahi "lavabo" ihtiyacını belirtmedi. Sanırım "mesane" bile durumu anlıyor. Gözümüzü açalım. Bu anatomiden öğrenecek çok şey var, çözmemiz gereken. Dikkat ederim bizim evin iki kızı da maşallah evden en son çıkar. Beklemekten kök bıraktırırlar bizlere. Ama şu hava alanında hani sizi uçağa otobüsle götürürler ya. Bayanları görüyorum. Hiç de ağırdan almıyorlar. Hızlı ve küçük adımlarla hiç de kaçmayacak uçağa doğru bir hucum. Biran önce yerleşme telaşı. Hani diyorum. Burada bir teori var biraz da anatomiyle ilgili. Geçen sınavda bir adaya anlattım bunu buradan ne çıkar diye. Neyse yazmayayım:)

Jürilerde gökten genelde 3 elma düşüyor. Ya oy birliği tekrar gel. Nadirde olsa oy birliğiyle geç. Oy çokluğuyla kal ya da geç. Kalmak "dondurucu" bir sonuç. Arkadaşım uyarayım. Eserden geçmişsin. Neden dert ediyorsun. Önemli olan jüride olumsuz izlenim bırakmadan kalmak. Yani, gözle ya da sözle dövmemek. Bazen aday yaşça bizden büyük oluyor. Hatırlatmak için inadına soruyor hocam siz kaçlısınız? Bende diyorum ki reenkarnasyona göre...

Sınav bir bakıma süreci yönetmek. Aday bir kaleci gibi. Açık vermemeye çalışıyor ama kale bu 9 metrenin neresinde duracak. Sağdan jürinin biri durumu görüyor öyle bir kesiyor ki topu 18.in içine. 2. jüri alıyor buradan topu. Çalım üstüne çalım. Kedinin fareyle oynaması gibi kaleciyi bir sağa yatırıyor bir sola. Bu sırada 3. jüri hazır bekliyor. Bakıyor diğer jüriye. At pası at pası. Altın gol kuralı geçerli. Jüri başkanı hakem. Ama gençliğinde futbol oynamış. Görünce kalecinin şahane pas hatasını. Atılıveriyor 18'in içine. Aman tanrım. Ne yetenek, bir bacak arası. Tecrübe işte. Topu saklıyor, göremiyorsun. Sonra şöyle bir yarım vole. Top ellerinin arasından kayıveriyor kaleye. Bazende maazallah jüriye bile gerek yok. Aday kendi kalesine gol atıyor.


Devam edecek...

18 Ocak 2014 Cumartesi

Akademi(k)syen...

"Akademik" insanlar ne kadar takdir edilseler, yetmez bence.  Düşünsenize. Ülkeye yön veren her türlü gelişmenin arkasında onların emeği, katkısı var. Gerçek akademik insanlara helal olsun, selam olsun.  Peki nereden çıktı "akademisyen".  Kuzey Amerika'da var mıdır bu akademisyen sözcüğünün karşılığı bilmem ama İngiltere'de yoktu. Onun yerine "academic" kelimesini çok duydum. Çok akademik birisi (hayat tarzı, kişilik özelliği gibi). Öyleyse güzel Türkçe'mizde nereden, nasıl çıktı ve academic + technician = academician kelimesi, bilmiyorum.

Bir gün bir toplantıda panelist uzun ve sıkıcı vaaz veriyor. Bizde dinlemeye mecbur ense görmekten sıkılmışız. Aldık elimize kağıdı ve bir harf ekleyerek  a-k-a-d-e-m-i-s-y-e-n harflerini kullanarak 38 adet çoğu  lügatta faklı anlam içeren sözcük türettik. Ne geyik ti ama!

Eğer şakada türediği gibiyse akademi(k)syen olmak, hani düşünmek gerek biraz. Mesela bir h harfiyle oluyor sana "kahin", bir k harfiyle oluyor "...aka". Harf eklemeden "kin", "anemi", "kinyas", "aday", " amiyane", "takiye", iki p koyan "pespaye",  bir l ve a ile alsana "alaka". Ya da biraz zorlama bir İngilizce'yle "demian", "mean". Meslek özelikleri de çıkmıyor değil hani, "dakik", "kadim" ve "nadas". Neyse bu farazi kelime türevleri şakası akademik insanlarımızın değerine ve felsefesine gölge düşürmesin. Bu bir şaka dikkate almaya değmez.

Ama "verim" diye bir sözcük için a-k-a-d-e-m-i-s-y-e-n  e birden fazla harf ilavesi lazım. O da zor be kardeşim. İçinde cevap,  verim "nadas"ta. İnşallah benimki de  artacak bir gün.

Şu aralar çıkardılar h-index, z-index diye. Bunlarla akademik bir kişinin verimi ölçülmek isteniyor. Önce bir soralım, verim nedir ve neden ölçülmek isteniyor? Arkasında gizli bir amaç mı var? Sözde bilimsel dergiler yine reklam peşinde mi? Anglo-sakson dünyaya mı hizmet ediyoruz bilmeden yine?

İlk akademik dergi neydi? Yıl 1665 Denis de Sallo Journal des sçavans ı ilk batılı dergi olarak yayımlar. Ama bu dergi nedense 1903 yılına kadar akademik dergi sayılmaz. Akademik ne kardeşim. Her şeyin değeri neden zamanında değil öldükten sonra? Bilimsel dergiye ihtiyaç, neden? Sonrasında gerdeğe girmeye hazırlananlara özel tavsiyeler niteliğinde "yayın nasıl yapılır" reçeteleri.

Anlı-şanlı üst düzey itibarlı dergiler ilgili-ilgisiz yayınlarında bizden de makale kullan ısrarında, neden? Ha anlaşıldı. Etki faktörleri yükselsin. Modern kölelik peşindeler mi?. Beyler bayanlar farkında  mıyız? Cebinden paranı ayır. Bin bir zahmet araştırmanı yap. Bi ton azar işit, makaleye dönüştür. Eee sonra ver dergiye değerlendirsin. Hakaret de yiyebilirsin. Ya sabır.  Puan için katlan. Düzelt geri gönder. Sonra yayın evi senin makaleni "kendine ödemeli" paylaşımında kullansın. Açalım mı şu gözleri? Bilim için dergilere ihtiyaç var mı? Kibirlerinden bilimin gecikmesine neden oluyor mu biraz da bu dergiler?  Hele bir de ücretliler. Bilginin yayılmasına engel mi böylelikle bu dergiler? Sen de boş boş yutkun. O para kazansın sen avucunu başka işlere ayır. Yayın yapmanın amacı neydi, pardon? Bilginin ilerlemesi nasıl olacaktı? Bilgi neden herkesin erişimine ücretsiz, açık değil? Paralı olanlar mı bilim yapacak sadece? O zaman dağdaki çoban nasıl ressam olacak?

Bir makalenin etkisi nedir? Yani, bilimin insanı bir makale yayımlamış. Bunu binlerce kişi okumuş, böylece makaledeki bilgiyi kullanmış değil mi? Yahu düşündürtmek değil miydi bizim amacımız? Ancak öyle bir şey bulmuş ki bilimin insanı son noktayı koymuş. O konuda araştırma yapmaya gerek kalmamış. Burada o bilim insanı 0 atıf alıyor.

Bir başkası zaten günlük yaşamda olanı yazıya taşımış. Sağılacak koyun bulmuş, sağıyor. Tartışmaya açık bir konuda yayın yapmış. Pardon, pardon. Fikir kendine ait değil.  Bir başkasının yaptığı yayını kullanmış. Tabi ki fikir hırsızlığı değil ama ortaya yeni bir şey koymamış. Bir nevi "reprodüksiyon". Kendinden öncekini tekrarlamış. Sonraki de onun diğerini tekrarladığı gibi onu tekrarlayarak "tekrar" oyununa devam etmiş. Bu bilimin insanı almış yüzlerce tekrar atıfı. Şimdi kim bilime katkı yaptı?

Kalabalık kalabalığı çeker mantığıyla herkesin reprodüksiyon yaptığı konunun "revaç" avantajı var. Belki "I cite you", "you cite me" what a happy family?  "Scratch my back, I scratch yours"   var mı yok mu bu işte. Oyunun mu bilimin mi kuralı bu. Eleştir. Yahu bu mümkün değil! Eleştirmek düşünmek ister. Düşünmek ise bir yetenek. Reprodüksiyonistlerin kaçında var bu yetenek? "Koklamak en iyi yetenek" ki atıf alacak kervana katılasın. Koklamaya devam...

17 Ocak 2014 Cuma

Hayatın amacı...

Hayatının amacı nedir? Neye yarar insan? Amaçsız mıdır?

O kadar gürültü, patırtı var ki ve seni bekleyen (ya da öyle sanmayı sevdiğin) bir o kadar da sorumluluk. Yetişme yarışı içinde kendini unutuyorsun. En son kendim için ne yaptım sorusu takıldı kafama. Arabayı sağa çekip şöyle düşündüm bir süre. Çok bir şey bulamadım. Bir şeyler almışım kıyafet niyetine. Bu mu kendime yaptığım iyilik? 40 yaş sendromu mu bana ilişen, nedir? Yıllarca düşünüp, planlayıp tenise başlamak eder iki.

Başka... Kendim mi, ben mi? Hayatımda "ben" olmadığını fark ettim. Ürpertici gerçek. Kaça bölünmesi gerekiyor insanın. Düşün düşün. "Eş, baba, kardeş, hoca, arkadaş, amir, meslektaş, oğul, dayı, torun, kuzen, yeğen, vatandaş" olarak sorumluluklarım olduğunu biliyorum. En azından 13'e bölünmek zorunda ortalama bir insan. Bölün bölüne bilirsen.

Mesela bu gün işe gitmesem ne olur. Şöyle bir şarkıyla "Ankara'dan abim gelmiş, evde bir bayram havası..." ama benim abim yok ki! Çivisi mi çıkar dünyanın? Gammaza kurban gidersin, görüntü yeter. Bir yerde anlatmışlardır. Vatandaş ölüyor. Ama hane negatif götürürler zatı muhteremi Cehenneme. Ancak hayatta yaptığı bazı iyiliklerin karşılığı olarak cehennemdeki kapılardan birini seçebileceği söylenir. Başlar tura. Her milletin kapsında bir zebani bir tek Türklerde yok. Sorar "niye". Yanındaki "ne gerek var zebaniye hele biri yükselsin diğeri onu nasılsa aşağı çeker". Neden bu ülkede insan insanın kurdudur, anlamadım gitti.İyi bayramlar dahi dileyemeyen alt ofis arkadaşlarım, meslektaş "cık" larım var.

Ya da kimseye haber vermeden ve nereye gideceğini bilmeden bir yerlerde 2-3 gün kaybolmak? Acaba polise haber verir mi bizimkiler? Ne heyecan ne heyecan. Giderken iyi ama geri geldiğinde. Düşünmek bile ürpertici. Ama ayağın toprağa değmesi lazım der bizimkiler. Bir parça gerçek toprak, bul bulabilirsen.

Sabahın beşinde kalkıp bir önceki günden kalanları yetiştirmek için bilgisayar başında geçen 2 saat. Yahu ben niye bu kadar çok boş çalışıyorum.  Yaptığım çalışmaların makalelerinde kullandığım kelimeleri yan yana koysam herhalde dünya turu atarım.  Sonunda ne oldu, başım göğe ermedi. Gerçi beklemiyordum. Madalya da takmadılar. Taşlama sonsuz zaten memleketimde hizmet cezasız kalmaz. Bitmez de zaten. Sonrası 7 de kalkıp 8.30 a okula hep geç alan afacanlar. Bunu nasıl başarıyorlar çözebilmiş değilim. Her eve bir Berra-Erkut lazım. Var olan tüm yasaları alt-üst ediyorlar. Tahmin etmek zor. Birde kız çocuklarının matematik sevmediği partavalı. Sevmez tabii. Baksana sorulara. Sorarsan Ali nin 10 bilyesi var 7 si kayboldu.  Kız çocuğuna ne bilyeden.

Haydi bakalım bul hayatının amacını. Bu arada Kelebek ve Dalgıç kitabının yazarına (rahmetli) bir bakın isterseniz. Öz ama ulvi. Küçücük ama büyük kapılar açan. Ya da Show Radyo da Zekirdek'te Adanalı Ayten abla.

15 Ocak 2014 Çarşamba

Zeus'a yönetmeyi sormuşlar...

Zeus'a sormuşlar. Neden bazı insanlar yönetmek isterken diğerleri yönetilmek ister ya da en azından yönetilmeye razıdır? Bu bir yazgı mıdır yoksa tercih mi?

Cevap verir Zeus: Krallıkta yönetmenin altın kuralı herkesin memnun edilemeyeceği bu nedenle zaman içinde karşı ittifakların oluşmasının kaçınılmazlığıdır. Bazen ateşten gömlek giymekten beter olan olan krallık, sergileyenin iyi hazırlık yapması gereken çok perdeli bir sahne sanatı gibidir.

Cahil cahil sorar Zeus'a tebaası: "Nasıl yani?"

Zeus yanıt verir: Tecrübesi der, herkesin sahnesidir. Yönetmek için doğanlar olduğu kadar yönetilmek için doğan krallarda muhakkak vardır. 

İlk perde de der Hephaistos'un ateşi sarmıştır etrafı. Başa yeni gelmiş olmanın heyecanı içinde geçer. Arada sırada eski enkazı devraldım denir ve bu perdeye alkış, ateş, kan, gözyaşı hakim olur. Gök karanlık.

Gözünde canlandır der ve söze girer.

- Herkes alkıştadır.   Rezil de eden vezir de eden budur. Ama genelde başlangıç alkışı son perdede artık sahnede yoktur. Liyakat, yetenek, tecrübe, performans ya raftadır, ya sümen altında ya da çok az dikkate alınır Bu perde de kazanırken kaybetme yoğundur. Ares yorgundur ama kılıcı hala elindedir. Hera görevini yapmanın mutluluğunu yaşamaktadır.  Düzinelerce katılımcısı olan kulaktan kulağa oyunu çok revaçtadır. Dikkatli olunmalıdır. Bu perdenin en büyük rolü  Orcus da, "üfürükçü"dedir. Rolünü iyi oynarsa seyirciye "çekirdek çitlemelik" seyir çıkar. Büyük hatalarda bu perde de yapılır. Ki her şey son perdede anlaşılır.  Taş yakından gelir. O nedenle ilk perde sonunda kral toplu bir resim çektirir. Resimde kral kendine yakın duranları daire içine alır ki ileride şaşırmasın.    Hele birde karakterler cin mısır gibiyse ilk perde tam bir drama dönüşebilir, der.

 Devam eder Zeus:

- İkinci perde krallığını kabul ettirme, kökleşme dönemi olmalıdır der. Bu perdenin ana sahnesi kral değil onun çevresini saran etten duvardır.

- "Bu perde de ağaçtan ormanı görmek mümkün değildir". Krallın tebaasıyla kopmaya başladığı an bu perdedir. Etten duvar artık tebaa olmuştur. Üfürülmeye hazır olup olmadığı test edilen kralın artık birden fazla üfürükçüsü oluşmuştur. Sahneye hakim olan üfürükçüler bu sefer baş üfürükçü olmak için birbirleri hakkında üfürmeye başlar. Ortalık salyadan geçilmez. Sahnede düşmemek için dikkatli yürümek gerekir. Dış halkadaki tebaanın oyundan kopmaması için daha fazla çekirdek dağıtılır. Her tarafa dolmuş kalkar. Düşünmeden binilir.  Son duraktan başka durak olmadığından inilemez. Bir ara Apollon'un "kılavuzu karga olanın burnu ...kurtulmaz" diyen sesi duyulur gibi olur. Ancak bu yanlış repliktir, umursanmaz. Tüm ipler yeni tebaanın, üfürükçülerin eline geçmeye başlar. Hani bir Afrika ata sözünde olduğu gibi "sular yükselince balıklar karıncaları, sular alçalınca ise karıncalar balıkları yemeye" başlar. İkinci perdenin teması budur. Yeniden toplu bir resim çektirmeli. İlk perde resmiyle karşılaştırmalı yakın duranlar işaretlenmeli".

Üçüncü perde Uranos'un dur. Bulutların üstünde gezinirler der Zeus.

- Sahneye küçük dağlar yerleştirilir. Çevresinde krala tur attırırlar. Dağı sanki tanıyorum der. Her gün farklı bir yer ama aynı dağ! Bozuk olmayan gözüne gözlük takılmıştır. Olmayanı görür, gizleneni bilir, söylenmeyeni işitir kral. Ayak sesini taklit edip yükselten yeni grubu vardır. "Ne oldum" olur. Basmadığı yer gitmediği mekan kalmaz. Gerçeklerden uzaklaşır, ipleri kaçırır. Gölge krallar çıkar ortaya. Fizik kuralıdır boşluk hemen dolar. Sahnenin ana teması "ab-ı hayattır". Ölümsüzlük otunu da bulursan bir de yanında lavanta şerbeti,  oh ne ala. Tadından yenmez. Üfürükçüler çağ atlamış, tahsillerine tahsil katmıştır artık. "Sizin lehinize gibi gösterme sanatı eğitimi almış" üfürükçüleriniz aslında menfaat torbalarını çoktan doldurmuş, gizliden gizliye "bu çiçeğin balı" bitti modundadır. Bir iki tane deli salınır sahneye Hermes ve Athena . Kralı gerçekten uyarır. Ama delidir işte onlar. Ara sıra görünürler. Yannına uğramazlar bile. Dinlenmesine ne gerek var. Ölmez otuna dokundurtmazsınız, olur biter. Elindekini korumak için daha üstüne kıvrılır sırtını dış ama dost seslere daha da döner Kral.  Tebaa da ölüm sessizliği vardır. Rüzgarın nereden eseceğini kestiremez. Perdenin sonuna doğru "hışır hışır" sesleri duymaya başlar Kral. Çoktandır oyunu izlemeyi bırakmış gerçek tebaa, "narkozundan" hışır hışır sesleriyle uyanmaya başlamıştır.   Hadesin ve Famanın gelmesiyle tebaa pusu sahnesini sever. Dördüncü perde başlamadan biter. Hışır seslerine artık anlam vermeye başlar Kral. Oradan bir hışırtı şuradan bir hışırtı tam toz duman. Aman! Pusuda bekleyen gölgeler girer sahneye. "Aaa" der tanıyor gibiyim ben bunları. Ama nereden? Sahneye birisi girer. İlk perdedeki resmi tutuşturur. Göze sokar gibi. Arka fonda bir müzik, hüzün dolar. Antenor, Helenos ve Komaetho brütüs kıyafetinde  sahnede görünür. "Ama bunlara iyilik yapmıştım" der kral. Tebaasına döner. Tebaa artık Fransızdır onu anlamaz. Pusunun tadını almıştır bir kere, ölsen de yanmaz. İrene hızla sahneden uzaklaşır. Hışırtı gölgeleri bir bir siluetten kurtulur ve vücut bulur. Ama ama bu benim sağ kolum, bu benim sol gözüm der Kral. Antenor, elinde yeni hançer görünümlü dedikodularıyla, dudağında kindar bir tebessüm onu bekleyen Fama'ya gülümser. Kendi kolundan, gözünden iğrenir kral. Artık oyun bitmiştir. Perde kapanır.  Perde tekrar açıldığında ise tebaa çoktan gitmiştir. Kala kalır Kral, ne alkış alır ne de övgü. Sokakta rastladığında birkaç tebaası performansını eleştirir. Yaranamadım der  Kral yutkunur. "Ama" nın artık  bir anlamı yoktur. Kronos saatini eski kraldan alır, kurar ve yeni krala verir.

11 Ocak 2014 Cumartesi

Dost kimdir?

Dost
Zor zamanında senin yanında olandır (ancak hangi zamanın zor olduğunu senin açından anlamalıdır)
varsa bir hatan bunu başkalarına değil sana söyleyendir
bazen asker bazen komutan olandır
vefa bilen, yaptığın iyiliği unutmayandır
arkandan değil yüzüne konuşandır
menfaatini değil dostluğunu önemseyendir
senin yokluğunda seni savunandır
senin için ateşe atılandır
zamanda girse araya seni unutmayandır
koruyan, kollayandır
iki dirhem mefaate seni satmayandır
seni gerçekten gören, anlayandır
gerçek seni bilen, seni özden sevendir
dostluğunu besleyendir
acına katılan, elinden tuıtan, sana yol gösterendir
başın sıkıştığında gölgesi yetendir
iyi günlerin şen-şakrakı değil, kötü günlerin yol göstericisidir
mert olandır,
eğilip bükülmeyen, güce biat etmeyen, kıblesi tek olandır
yücedir, nefesi yetendir
düello da ısrar eden pusudan kaçınandır
hatayı kabulü erdem sayan, kibirsiz olandır
yaptığı yanlıştan hemen dönendir
özür dileyebilendir
bugünün yarını olduğunu bilen
hayatın her şeyin tersini gösterecek kadar uzun olduğunu hatırlayandır,
Acaba var mıdır?

10 Ocak 2014 Cuma

Çocuk yetiştirmek üzerine (ve de ikiz...)

Çok uğraştırıyorlar çok..."Meli malı" olarak anlatmakta mümkün ama olmuyor. Tam anlamıyla maddeleyip  sıralanacak bir tecrübe değil. Ha bu arada kimin yetiştiği de tartışmalı. Öyle cevaplar alıyorum ki ben miyim çocuk diye düşünüyorum. Ama bildiğim bir şey var ki o da kurulan özel bağ. Bazen kızımla-oğlumla birlikte ortak bir cephe oluyoruz kime karşı pek  tabi ki anneye (bunu bilerek mi yapıyorum elbette hayır ancak seni öyle bir maniple ediyor ki bu büyümüş de küçülmüş yaratık).

Sanırım tüm aileler birincil olarak çocuklarının başarılı olmalarını istiyor. Bu istek son derece normal ve masum gibi görünmekle birlikte bir iki tahtası eksik. Mutluluk dilemeli aileler, sonra başarı nasıl olsa geliyor. Peki mutluluğun genel geçer formülü var mı?  En önemli takıntı 24 saat X 7 gün X 12 ay mutlu olma-kalma beklentisi. Yok böyle bir şey. O zaman mutlu olmak anlara bağlı. Kısaca anlar yaratılmalı. Bu da bizi sürenin uzunluğundan çok derinliği meselesine getiriyor. Çok nitelikli bir 3 dakika hem yaşandığı anda hem de hatırlandığı anlarda insanı mutlu etmeye yetiyor.

Çocuklar bir hazine ve bu hazinenin her gün parlatılması önemli bir rutin. Söylemeye çalıştığım konu odaklanma. Odaklanabilen çocuk (kendini verebilmek) inanın birçok sorunu ebeveynine dahi ihtiyaç duymadan bağımsız bir birey olarak çözebiliyor. Sadece çözmüyor çözüm alternatifleri üretip içinden en stratejik işe yarar olanı seçiyor. Odaklanma oyunları. acayip işe yarıyor. Önünden geçtiğin vitrindeki kıyafetin rengini sormak gibi. Hani birde gürültüsüz ortamda odaklanması gerekir gibi bir takıntımız daha var ya. Aslolan gürültülü ortamlarda odaklanabilmek. Bunu nasıl sağlayacağınız ise alışkanlıklarınıza bağlı. Kendinizi iyi gözlemleyin. Aynınızdan bir tane daha mı yetiştirmek istiyorsunuz? Elde eder o zaman iki! Çocuğunuz siz olmak zorunda değil, çocuğunuz sizden çok farklı olmak zorunda da değil. Gevşeyin biraz. Hata yapmalarına izin verin çünkü hatalar aslında öğrenme fırsatlarıdır, değil mi?

Kim doğru söylüyor (Doğru söylemesi ne kadar gerekiyor)? Herkes ne kadar doğruysa "o" da o kadar doğru.

Yakın zamanda katıldığım bir konferansta Adee Ahtiyaman'ın benzer düşünceler paylaştığını görünce ümitlendim. Çevremizde ne kadar doğru var ki biz cevabın doğru olmasını bekleyelim. Hem her şeyin ve herkesin birden fazla doğrusu yok mu? Kitap idealizmi gerçek hayatta ne kadar var?

YANITLAMA PSİKOLOJİSİ: ARAŞTIRMA SORU SORMAK VE YANIT ALMAK ÜZERİNE...

Anketlerden elde edilen bilginin geçerliği, tamamen kişilerin yanıtlarının doğruluğuna bağlıdır. Özellikle kişi tarafından doldurulması beklenen anket sorularında kişinin soruda önemli bir kelimeyi görmemiş olması, yanıtlara yönelik açıklamaları dikkatli okumamış olması, okumaya gerek görmemesi, okusa bile bunları uygulamaması yanıtları son derece etkileyecektir (Tourangeau vd. 2000). Çok sayıda araştırmacı soru sormak kısmını irdelemiş ancak çok azı cevap almak kısmı üzerinde durabilmiştir. Yaratılan izlenim, soru sormanın veya oluşturmanın zor olduğu ancak soru sorulduğunda yanıtlayıcının kolaylıkla bu sorulara yanıt verdiğidir. Yanıtlayıcının cevabı oluştururken geçtiği süreçler dikkate alınmamakta, bu süreçlerin “ cevabın gerçeği ne kadar yansıttığı” üzerindeki etkisi düşünülmemektedir. Yanıtlayıcının soruya verdiği cevap soru sözcüklerinden, sorma biçiminden, kişinin içinde bulunduğu mekansal ve duygusal koşullardan etkilenebilmektedir. Ölçmeye konu olan soru eğer kişinin davranış veya tutumunu ilgilendiriyorsa cevaplama sürecine birçok etken daha ilave olmakta ve süreç sanıldığından daha gelişigüzel hale gelmiş yanıtları oluşturmaktadır. Dikkat edilmese de soru sorma ve cevaplama psikolojik bir süreçtir ve kişilerin verdikleri bilgilerin ne ölçüde ve hangi şartlarda güvenilir olduğu tartışılmamaktadır (Tourangeau vd. 2000; Weisberg, 2005). Soru sormak ve yanıt vermek bir iletişimdir ve kullanılan her unsur; sorunun genel anlamı, kullanılan terimler, sıralaması, dili, anketin görünümü ve rengi, zamanlaması, çevresel etkenler, vb. bu iletişimde birer araçtır.
Sorulan soruyu anlamak cevap sürecinde ilk evredir, burada en önemli olan konu araştırmacının soruda ne kastettiğiyle, katılımcının soruyu yorumlamasının birbiriyle aynı olması, diğer katılımcılar arasında soruya yüklenen anlamın değişmemesidir. Örneğin bir araştırmada yer alan “tatilinizi nasıl değerlendirmektesiniz” sorusuna katılımcıların yapmış oldukları yorum “bulunulan destinasyondaki tatilden”, “destinasyonun seçim aşamasında yaşananlara” kadar değişebilmektedir. Benzer bir şekilde bir çalışmada sorulan “bir dergi okumak” ifadesinin yorumu katılımcılar arasında dergiyi gazete bayisinde görmekten, satın alıp baştan sona okuması ya da dergiye abone olmasına kadar değişiklik gösterebilmektedir (Schwarz ve Oyserman, 2001). Burada sorun iki yönlüdür; yanıtlar araştırmacının sormak istediği soruya yönelik değildir ve de farklı yanıtlayıcılar tarafından sağlanan cevaplar aynı davranışa yönelik değildir. “Tatilinizde ne yaptınız?” sorusunda kelimeler açık olarak anlaşılmakla beraber
yanıtlayıcı araştırmacının ne ile ilgilendiğini belirmek zorundadır. Neden-sonuç alışkanlığı “ neden bu soruldu o halde şöyle yanıtlayayım” sonucunu getirmektedir. Soru bir davranışa ve sıklığına yönelik olması durumunda yanıtlayıcı soruyu anladıktan sonra ilgili bilgileri hafızasında yoklayacak ve davranışın ve sıklığının hatırlanmasına çalışacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken bir unsur olaylar, davranışlar, deneyimler ne kadar önemli ve özel olursa olsun bunları hatırlama yeteneği zaman içinde azalacaktır (Schwarz ve Oyserman, 2001). Davranışın sergilenme sıklığı cevaba hangi zamandaki davranışın referans olarak alındığı açısından önemlidir. Ayrıca bazıları yakın zamandaki davranışı diğerleri ise daha geçmiş zamandaki davranışları yanıtlarında referans olarak kullanabilir. Hafızanın zorlanması bilginin kalitesini etkileyebilecektir (yakın zaman daha net hatırlanabilir). Hafızada bilginin aranması süresinde soruya konu olan davranışın veya tutum yargısının belirginliği, soruda kullanılan terimin kişinin hafızasındaki davranış ya da tutumla olan uyumu, soruda konunun hatırlanmasına yardımcı olacak ipuçlarının kalitesi, sayısı ve eylemin ne kadar süre önce gerçekleştiği davranışa yönelik hafızadan doğru bilgi getirmeyi etkileyecektir. Davranışa yönelik bilgiyi hafızadan bulup getirme cevabı tam olarak oluşturmamaktadır. Kişi hesaplama yaparak eylem sayısını oluşturmak zorunda kalacaktır (son altı ay içinde kaç defa dışarıda yemek yediniz?) (Schwarz ve Oyserman, 2001).
Bunu takip eden evre bilginin hafızadaki halinin ne kadar yeterli olduğu ile ilgilidir. Seçenekleri verilmiş dahi olsa her kişinin tutumla veya davranışla ilgili düşüncesi tam olarak aynı olmayacaktır. Kişi konuyla ilgili bilgi yetersizliğini tamamlama veya eksiltme yolunu seçmesi durumunda konuyla tam ilgisi olmayan bilgilerin değerlendirmeye alınması söz konusudur. Bilgim ne kadar var evresinden sonra yanıtların formüle edilmesi evresine girecek olan kişi hangi yanıtın algılamış olduğu araştırmacının beklentisine göre daha uygun olacağı tahminini yaparak yanıtlarının içeriğini ya da yönünü değiştirebilecektir. Seçeneklerin verilmesi durumunda ve kişide oluşan yanıtın seçenekler arasında yer almaması durumunda kişi yanıtını var olan en yakın seçeneğe uyduracak; böylelikle, kendine en yakın seçeneği tercih edecektir. Bu evre ile sınır paylaşan diğer evre yanıtın beğenilme endişesidir. Açık uçlu ya da kapalı uçlu sorulara verilen yanıt araştırmacı tarafından beğenilecek midir ya da bu yanıtı gören/okuyan kişi yanıtı veren kişiye dönük olumsuz bir değerlendirme yapılacak mıdır? Bu endişeler, yanıtların tam olarak gerçeği yansıtmasını engeller görünmektedir. Konsantrasyonun bozulmaması ve katılımcıyı sıkmamak için soruyu mümkün olduğunca açık ve kısa sormak önerilmektedir. Bununla birlikte katılımcı için “bugün ne yaptınız?” sorusu göründüğü kadar basit değil aksine oldukça belirsiz bir sorudur (bugünden kastedilen nedir?). Hatırlanması gereken zaman aralığı, örneğin; bir başka soruda olduğu gibi “son altı ay içinde gitmiş olduğunuz bir restaurantı düşündüğünüzde” kişinin hafızasını zorlayacak nitelikte olmamakla birlikte, yanıtlayıcının bu basit soruya cevabını belirleyen, katılımcı tarafından algılanan şekliyle araştırmacının
beklentileri olacaktır (Schwarz ve Oyserman, 2001).
Yanıtlar çok sayıda etkenden etkilenebilmektedir. Bu alanda yapılan araştırmalar soruların, sorularla birlikte verilen yanıt sıralamasının dahi anket sonuçlarında farklılıklar yarattığını göstermektedir. Yanıt-sıra etkisi ( response-order effect ) soruyu anlamak, ilgili bilgiyi hafızada bulmak, cevap üretmek ve diğer zihinsel aşamaların yanıt üzerindeki sonuçları olarak görülebilir. Soru sıra etkisi bir soruya verilen cevabın etkisiyle önceki ya da sonraki soruya verilen cevabın belirlenmesini ifade etmektedir ( item-order effect ). Bir önceki soru ve verilen yanıtın genel olarak sonraki sorunun yorumlanması ve verilen yanıt üzerinde etkisi bulunmaktadır. Sorunun zor olması ve elde edilen yanıtın doğruluğu arasında genelde ters yönlü bir ilişki bulunmaktadır. Anlamayı güçleştiren soruyla karşılaşıldığında çoğunlukla yanlış yanıtlar, tahmine dayalı yanıtlar verilmekte veya yanıt vermekten kaçınılmaktadır (Faaß ve Kaczmirek, ?). Tekste yer alan özelliklerin soruyu kavramayı kolaylaştırıcı ya da zorlaştırıcı yönleri bulunmaktadır. Yapılan bir çalışmada sorunun zorluğunun yanıtların dağılımına belirgin derecede etki ettiği saptanmıştır. Dilbilim alanından elde edilen verilere göre sık kullanımda olmayan kelimeler, belirsiz isim tamlaması veya sol içeyerleşik sözdizimi kavrama zorluğuna neden olmakta dolayısıyla elde anket sorusuna verilen yanıtın kalitesine etki etmektedir. Bazı kişilerin yanıt verme eğilimleri uç değerleri seçmek veya merkezde yer alan değerleri genel olarak tercih etmek olabilir. Kişilerin konuyla ilgilenim dereceleri de verilen yanıtların niteliği üzerinde son derece etkili olmaktadır. Bazı kişiler zor zihinsel çabadan kaçınarak sadece tatmin edici, kolay yanıtı (satisficing) vermek eğiliminde olabilir. Satisficing teorisine göre yanıtlayıcılar doğru yanıtları üretecek olan zihinsel süreci kısaltabilir ve çok az bir çaba göstererek aynı zamanda mantıklı görünmek için soru listesinde yer alan tüm sorulara aynı ya da benzer bir şekilde yanıt verebilir (Anand vd., 2009). Bu sorun (kolaya kaçma) genel olarak kişinin zihinsel kabiliyetinin yetersiz olması, yanıt verme isteğinin düşük olması durumunda araştırmacının karşısına çıkmaktadır.
Kişilerin ankete katılma tutumları verilen yanıtları etkileyebilmektedir. Goyder (1986) ankete katılmaya yönelik olumlu tutum gösteren kişilerin geçmişte diğerlerine göre daha çok sayıda ankete katıldığını göstermektedir. Anket çalışmalarına katılmaya olumlu bakan kişilerin ankette yer alan açıklamaları daha dikkatli okudukları ve uyguladıkları, ankette yer alan soruların tamamına cevap verdikleri ve anketi posta yoluyla daha hızlı geri döndürdükleri görülmektedir (Rogelberg vd., 2001). Anketin uzunluğu konusu da soruya verilen yanıtın niteliğini etkilemektedir. Belirtilmesi gereken bir nokta anket uzunluğu denildiğinde genel olarak fiziksel unsurlar düşünülmektedir (kaç soru veya kaç sayfa olduğu). Anket uzunluğuna yönelik algı fiziksel özellikler kadar kişinin sübjektif algısına da bağlıdır. Anketin uygulanma zamanı ve yeri, soruların
hassaslık derecesi ve yanıtlar için gereken zihinsel çaba, görünüm olarak kısa olan bir anketin daha uzun olarak algılanmasına neden olabilecektir (Galešic, 2009). Bazı araştırmacılara göre anket sorusuna eşlik eden cevap seçeneklerinin azlığı veya çokluğu, cevap seçeneklerine eşlik eden sayılarda orta noktanın olup olmaması (5'li ölçekteki 3 sayısı gibi) ankete verilen yanıtın tutarlı olmasını etkilemektedir (Andrews, 1984). Özellikle orta noktanın olması ankete katılanların zihinsel çaba harcamaya gerek kalmadan tatmin edici yanıtlar üretmesini tetikler görünmektedir. Göz-takip çalışmaları yazılı sorularda yer alan çoklu yanıt seçeneklerinden sadece ilk birkaç seçeneğin okunduğunu, gerisinin okunmadığını göstermektedir. Bu durumda diğerlerinin içeriğine bakılmaksızın ilk seçenekler yanıt olarak verilecektir, dolayısıyla yanıt-sıra etkisi, yanıtların doğruluğu veya niteliğini belirlemektedir (Galešic vd. 2008). Anketin anketör tarafından yanıtlayıcıya okunması durumunda (yüz-yüze ya da telefon aracılıyla) yanıtların sonralık ( recency effect) etkisinden oluşabileceği, yani okunan son seçeneğin seçilme olasılığının diğer seçeneklere göre daha yüksek olduğu, tartışılmaktadır (Macias ve Lawson, 2007). Bir grup sorunun aynı konuyla ilgili olması, bu gruptan sonra yer alacak soruların da ilgisi olmadığı halde önceki konuyla ilgisi olduğu düşüncesiyle yanıtlanma olasılığı oldukça yüksektir. Bu nedenle soruların dikkatli bir şekilde dağıtılması, yerleştirilmesi gerekmektedir. Özetle, yanıt verme psikolojisi araştırmacılar tarafından dikkate alınmalı, anket sorularına verilen yanıtların gerçeği yansıtma düzeyi yanıtlama psikolojisi konusunda yapılacak bilinçlenmeyle yeniden gözden geçirilmelidir.
Kaynakça
Anand, S., Krosnick, J., Mulligan, K., Smith, W., Green, M. ve Bizer, G. (2009). Effect of respondent motivation and task difficulty on nondifferentiation in ratings: A test of satisficing theory predictions. Paper presented at the annual meeting of the American Association For Public Opinion Association, Fontainebleau Resort, Miami Beach, FL , http://www.allacademic.com/meta/p16872_index.html >
Andrews, F. M. (1984). Construct validity and error components of survey measures: A structural modeling approach. Public Opinion Quarterly 48 , 409-442.
Faaß, T. ve Kaczmirek, L. ( ). Psycholinguistic Determinants of Question Difficulty: A Web Experiment. http://test.swantranslations.com/newcdrc33/pdf/galesic_stocke1.pdf
Galešic, M. (2009). Effects of questionnaire length on response rates: Review of findings and guidelines for future research. http://mrav.ffzg.hr/mirta/Galesic_handout_GOR2002.pdf
Galešic, M., Tourangeau, T., Couper, M. ve Conrad, F. (2008). New Insights on Response Order Effects and Other Cognitive Shortcuts in Survey Responding. Public Opinion Quarterly 2008 72(5):892-913.
Goyder, J., (1986). Surveys on Surveys: Limitations and Potentialities. Public Opinion Quarterly 50: 27-41.
Krosnick, J. (1991). Response strategies for coping with the cognitive demands of
attitude measures in Surveys. Applied Cognitive Psychology . 4, 1-24.
Macias, F. ve Lawson, C. (2007). Disentangling Response-Order Effects in Orally Administered Surveys: Results from a Field Experiment. http://web.mit.edu/polisci/research/mexico06/Flores-Macias%20&%20Lawson%20-%20WAPOR%202007.pdf
Rogelberg, S.G., Fisher, G.G., Maynard, D.C., Hakel, M.D. ve Horvath, M., (2001). Attitudes Toward Surveys: Development of a Measure and its Relationship to Respondent Behavior. Organizational Research Methods 4: 3-25.
Schuman, H., ve Presser, S. (1981). Questions and answers in attitude surveys. New York: Academic Press.
Schwarz, N. ve Oyserman, D. ( 2001). Asking questions about behavior. Cognition, Communiation and Questionnaire Construction. American Journal of Evaluation. 22, 127-160.
Tourangeau, R. (1984). Cognitive sciences and survey methods. In T. Jabine, M. Straf, J. Tanur, and R. Tourangeau (Eds.), Cognitive aspects of survey methodology: building a bridge between disciplines (pp.73-100). Washington, DC: National Academy Press.
Tourangeau, R., Rips, J. ve. Rasinski, K. (2000). The The Psychology of Survey Response. Cambridge University Press.
Weisberg, (2005). The Total Survey Error Approach. A Guide to the New Science of Survey Research. Blackwell Publishing.

İnsan doğadan ne kadar farklı...

Çok değerli bir meslektaşımla ortak katettiğimiz yollarda tartışmaya konu olan bir alanda insan doğayı ne kadar yansıtır. Tamam aynı yapıda döngüler insanda olmayabilir ama insanında döngüsüz olduğunu söylemek ne kadar doğrudur. Tanrı insanda uyur adlı bir kitap okumam tavsiye edilmişti. Şu spiral konusu çok kafama takıldı cevap olarak...

KONUM, HIZ, ENERJİ, ZAMAN VE İNSAN DAVRANIŞI: ARTAN ENTROPİSİYLE SOSYAL BİLİMLER
İnsan davranışlarını farklı alanlarda anlamayı ve açıklamayı hedefleyen sosyal (davranış) bilimlerin bilim olarak kabul edilmesinin doğa bilimlerinde olduğu gibi “ iyi denenmiş teoriler üreterek ilişkileri açıklayabilmesine ” bağlanması, her davranışı açıklamaya uygulanabilecek evrensel prensibin (?) henüz bulunamamış olması, davranışların bir ya da birkaç nedenden hareketle tahmin edilmesini savunan çalışmaları ve çıktılarını sorunlu hale getirmektedir. İzole bir ortamda oluşmayan insan davranışının, izole bir sistemde oluşuyormuşçasına kabul edilerek incelenmesi, insan davranışına odaklı sosyal bilimlerin henüz kabul etmediği ancak yalın bir gerçek olan sorunlu halinin daha bir hayli süreceğine işaret olarak yorumlamak mümkündür. Sosyal bilimler genel-geçer yasa üretememiştir (ancak üretmesine gerek var mıdır, tartışılmalıdır! Teknolojiye rağmen en kesin hava tahminleri dahi birkaç haftayı geçememektedir). (Ne zaman) üretilen hipotezler neye ve hangi kesinliğe dayandırılarak doğrulanmalıdır? Determinizmin kurallarına göre mi? Her olay ve hareketin, geçmişteki olay ve hareketlerin kaçınılmaz sonucu olduğu düşüncesine dayanan determinizm; “ başlangıç koşulları yeterince bilindiği zaman herhangi bir sistem hakkında uzun vadeli doğru tahminler yapabileceğini” savunmaktadır. Başlangıç koşullarını tam olarak bilebilmek mümkün olmadığından determinizm dahi ölçüm ve sonuçlarının tamamen kesin olamayacağını baştan kabul etmektedir. Zaten yapılan tahmindir ve adı üzerinde tahmin yanılmayı da içerir. Ölçüm hiçbir zaman kesin değildir (düşünülmesi gereken kesinlik matematiksel kesinlik değildir ). Başlangıç koşullarındaki küçük kesinsizlik çıktılarda küçük ya da büyük kesinsizliğe neden olur. Buna ilaveten kararsızlık ve rasgelelik insan da dahil tüm sistemler içinde yer almaktadır. Ölçüm sisteme müdahaledir ve varlığa/yokluğa ilişkin ölçümler bu nedenle kusurlu olabilir. Heisenberg'in konum-momentum belirsizliği ilkesi şöyle der: “bir elektronu gözlerken, konumunu ve hızını aynı anda doğru olarak belirlemek mümkün
1 Entropi, sistemlerin müdahale edilmediğinde düzenden düzensizliğe geçişini ifade eder; burada kullanılan anlamıyla sistemde ne kadar faydasız enerjinin/bilginin oluştuğunun bulunması belirsizliğin boyutunu anlamada yardımcı olabilir. 2 Sosyal bilimler geniş bir alanı kapsamaktadır ve ihtiva ettiği kavram ve kuramlar henüz bir bilim dalı olarak kabul edilmeyen turizm araştırmalarında kullanılmaktadır. Matematiksel kesinliği sorgulamaya devam eden ve insan davranışlarını anlamada doğa bilimlerinden de yararlanabilme olasılığını tartışan yazarın, bilgisi dahilinde olan ve şu ana kadar okuyabildikleriyle sınırlı çalışmalardan hareketle oluşturduğu bu yazı ilgili alanın gelişmesine yöneliktir, başka bir amaç taşımamaktadır. Buradaki ifadeler bir düşüncedir, geri beslenmesi zorunludur. Bu yazının olgunlaşmasında düşüncelerini paylaşanlara teşekkürümü sunarım.
değildir. Bu iki niceliği aynı anda ölçerken yapılacak hatalar, kabul edilebilir sınırlara çekilemez”…
“ Kesinlik ” şüphelidir ve insan davranışının determinist olup olmadığı da cevapsız bir soru(n)dur. Klasik mantığa göre; yapılan önermenin doğru ya da yanlış olarak kabul edilmesi gerekmektedir. Ancak, önermenin doğru veya yanlış olduğunun söylenmesi yeterli bir sonuç değildir. Araştırmacılardan çok azının benimsediği bir üçüncü cevap daha bulunabilir (bunu zamanında Eflatun belirtmişti). Belirlenemezlik (müphemlik). Önermenin yanlışlanması veya doğrulaması yeterli bulunmamaktadır, çünkü, sonucun ne kadar doğru veya ne kadar yanlış olduğu da anlaşılmalıdır (kesin olmayan bir doğru: çok az, az, çok, yaklaşık olarak doğru olabilir, kesin olmayan bir yanlış ise çok az, az, çok yanlış, yaklaşık olarak yanlış olabilir). Kısaca salt 0 (kesin yanlış) ve 1 (kesin doğru) den bahsetmek doğru değildir; diğer bir ifadeyle her soruda/önermede aranması gereken üçüncü cevap belirlenememezlik bulunmaktadır. Bu da bir önermenin çok sayıda sonucu olabileceğini göstermektedir (hatta bu sonuç yorumcudan yorumcuya da değişebilir, örneğin 0.3 (çıktı) kimine göre (1-0.3) 0.7 olarak yorumlanabilir. Bu tür değerlendirmeler çok değerli çalışmaların okuyucuyla buluşmasını engelleyebilir). Bir önermenin yanlışlanması onun doğrulandığı anlamına gelemez (ya da tersi).
Müşteri (tek kişi) odaklı çalışmalarda bireyden toplanan bilgiler bir yığın oluşturmakta, bu yığından elde edilen ortalamalara göre de tahminler yapılmaktadır. Ne kadar doğrudur, tartışılmalıdır. İki su molekülü aynı şeyi yapmasalar da fazla sayıda su molekülü 0 derece ile karşılaştıklarında donma haline geçmektedir. Buradan hareketle bireylerin davranışını anlamak için bütünü ele almak zorunluluğu ortaya çıkmaktadır; çünkü “bütün” bireylere, tek başlarınayken onlarda olmayan bir nitelik kazandıracaktır ( http://members.tripod.com/MustafaCemal/Articles/KAOS/Kaos1.htm ). İnsan tek başına iken farklı toplumla birlikteyken farklı davranıyorsa o zaman tüketici davranışlarında her zaman doğrusal (lineer) bir sistemden bahsetmek mümkün değildir. Müşteri davranışlarının dengeden uzak koşullarda oluştuğu (kaos), çekene karşı iten, itene karşı çekenin bulunduğu göz ardı edilmemelidir. Böylesine bir “göz ardı” ilgili bilim dalından beklenen gelişmenin (evrensel temel prensipler koyamamanın) en önemli engelleyicisidir.
İnsan davranışların sanıldığından daha basit olup olmadığı, doğadaki bazı temel kuralların insan davranışlarda da geçerli olabileceği tartışılmalıdır. Doğa bilimleri dergilerinde yeni yayımlanan çalışmaların daha çok insan davranışlarını açıklamaya yönelmesi, atom-elektron davranışlarını incelemekten usanan doğa bilimcilerin sayısının giderek artığını, Lündberg'in “ sosyal bilimlerdeki beklenen ilerlemenin sosyal bilimler dışında eğitim almış bilim insanları tarafından yapılacağı ” öngörüsünün (George Lündberg, 1939) gerçekleşmekte olduğunu kanıtlar
niteliktedir ( http://physicsworld.com/cws/article/print/18278 ). Tartışmaya geçmeden önce doğa bilimleri ve sosyal bilimler arasında gelişmeye yönelik yöntemsel farkın vurgulanması yerinde olacaktır. Doğa bilimleriyle uğraşan bilim insanları genellikle birbirlerinden (araştırılan konudan) haberdar veya habersiz olarak aynı soru üzerinde çalışmaktadır (örneğin atom ve parçalarıyla ilgilenen ve birbirleriyle etkileşimi olan Bohr ve Einstein, Planck ve Rutherford gibi, bkn. Bertrand M. Roehner (2007) Driving Forces in Physical, Biological and Socio-Economic Phenomena: A Network Science Investigation of Social Bonds and Interactions). Dünyanın farklı yerlerinde çok iyi tanımlanmış aynı soru üzerinde benzer/farklı akıl yürütmeyle (deneyle/gözlemle) elde edilerek toplanan bilgi bu alanın açıklanmasında, bir sonraki aşamanın ne olması gerektiğinde yol göstericidir. Sosyal bilimlerde ise araştırmalar çok geniş alanda, dağınık olarak yapılmaktadır. Birbirinden habersiz de olsa aynı konuda aynı sonuçların alınıp alınmadığı bilinmediğinden istenen aşama kaydedilememektedir. Yapılan genellikle üretilen bir ölçeğin uygulanıp/uygulanamayacağı üzerinedir. Bu, aynı ölçeğin birbirinden bağımsız kişiler tarafından farklı yerlerde geliştirilmiş olmasıyla aynı anlamı ve önemi taşımamaktadır. Kazayla da olsa bir diğerinden habersiz olarak geliştirilen, örneğin uygulamalı bir davranış modeline, değerlendirme aşamasında “diğerinden bilerek faydalanmama” olarak bakılabilmekte, akıl yürütmede ve çalışma sonuçlarındaki benzerlik (çakışma) önemsizleştirilmektedir. Aslında bu oldukça önemlidir! Düşündüklerinizi belki de birileri bir yerde söylemektedir (intihali kastetmiyorum)…Bir diğer farkta doğa bilimlerinde araştırmaların anlayarak başlayıp (konuyla ilgili etraflıca düşünme-okuma-tartışma), anladığının doğru olup olmadığının birden fazla denenmesi ve çıktılardan hareketle anladığı konuyu açıklayabilme sürecidir. Önermenin (hipotez, denence, varsayım vd) araştırma bitip sonuçlar görüldükten sonra değil konunun anlaşılma aşamasında üretilerek denenmesi!
Doğa bilimlerindeki determinist-pozitivist temelin sosyal bilimlere uygulanmasını arzu eden, Comte'un takipçisi ve Eflatun'dan esinlenen, sosyal fizikçi Lündberg tüm kaprisleri ve anlık tepkilerine rağmen insanı, onun oluşturduğu toplumu ve karmaşık yapısını tanımlama ve açıklamada fiziğin temel evrensel kurallarının geçerli olabileceğini savunmaktadır. Manyetik çekim, gaz veya sıvının farklı hallere geçmesi birbirinden bağımsız konular olarak görünmelerine rağmen, aslında paylaştıkları benzer unsurlar bulunmaktadır. Elementleri ve bileşimleri farklı da olsa doğada herhangi bir bileşiğin davranışının (insanda buna dahil) temel kuralı yer aldığı sistemin bir veya çok boyutlu olup olmaması ve sistemi içindeki elementlerin etkileşimde kısa veya uzun dönemli güçlerin etkisine maruz kalıp kalmamasıdır. Davranışta göz ardı edilmemesi gereken unsur “etkileşimdir”. Yani birey ve çevresel etmenlerin (içsel, dışsal, zamansal) etkileşimi. Atomların çekme ve itme güçleri etkisinde kalarak etkileşimde bulunduğu gibi, insanlar (ve diğer unsurlar) arasında da benzer bir
çekme ve itme gücü bulunmaktadır. Bir başkasının kişisel alanına girmemeye çalışmak, araba sürücülerinin birbirini mesafeyle takip etmeleri, kaldırımda yürürken karşımızdakine çarpmamak için gösterdiğimiz gayret insanlar arasında iten (repulsive) bir güç olduğu şeklinde yorumlanabilir. Oldukça kalabalık bir koridorda insanların nasıl hareket ettiğini çekim (attraction) gücüyle açıklamak belki de mümkündür. (Çevresel psikoloji alanında Mehrabian tarafından önerilen ve çok sık kullanılan S (stimulus)-O (organism)-R (response) modeli bundan başkası değildir). Düz bir koridorda kenarda bir engel varsa, siz engeli görmeseniz dahi sizin önünüzdeki kişilerin yürüyüş rotasını kopyalayarak yürüdüğünüzü, sizden sonrakilerinde sizden etkilenerek engeli görmediği halde bir S çizerek engelin çevresinden dolaştığını görebilirsiniz.
Bir maddenin atom parçacıklarına atfedilen kanunların kısmen de olsa tüketiciler içinde kullanılıp kullanılmayacağı tartışılmalıdır. Örneğin; evrendeki iki cisim birbirlerini, kütleleriyle doğru orantılı; kütle merkezleri arasındaki uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak çekerler diyen çekim yasasının müşteri davranışlarıyla örtüşen yönü bulunmaktadır. Alışveriş merkezi, bu merkezi ziyaret eden tüketiciler ve bu merkezin potansiyel ziyaretçilerini cisim olarak ele aldığımızda, tüketici sayısının çok olduğu merkezin tüketici sayısının az olduğu merkeze göre potansiyel tüketiciler tarafından daha çok tercih(merak) edildiğini görmekteyiz. Bu sürü psikolojisinden (herding etkisinden) de kaynaklanıyor olabilir; ancak, kütle büyüdükçe (mevcut ziyaretçi sayısı artıkça –burada merkezin sadece fiziksel büyüklüğünü değil aynı zamanda sağlayacağı faydayı da düşünmek gerekmektedir) bu kütlenin diğer kütleye (potansiyel müşteriye) uyguladığı çekim gücüde artmaktadır. Mesafe ile ters orantılı çekim ise hem fiziksel hem de fiziksel olmayan mesafe kavramlarını düşündüğümüzde uygulanabilir görülmektedir. Yürüme(ulaşım) mesafesi artıkça çekim (çekicilik) azalacaktır veya merkeze ulaşmada/bulunmada gerekli olan parasal olan ve olmayan maliyetlerin artması durumunda da çekim (çekicilik) azalacaktır. Markette herhangi bir kasa sırasının (express kasalar hariç) diğerlerine göre uzun süreli kısa kaldığına şahit oldunuz mu? Muhtemelen hayır. İşte fizikteki birleşik kaplar kanunu : “alt bölgelerinden birbirine bağlı iki veya daha fazla kapta bulunan sıvıların yoğunlukları aynı ise kaplardaki yüksekliklerinin de aynı olmasını; eğer sıvı yoğunlukları farklı ise yoğunluklarıyla ters orantılı olarak yüksekliklerinin farklı olmasıdır”. Pazarlama mesajına maruz kalan tüketicilerin farklı tepkiler vermesini “bir cismin kuvvet karşısında şekli, boyu ya da hacmi değişebilir” diyen Hooke kanunuyla açıklayabilmek olasıdır. “ Kapalı kaptaki bir sıvının herhangi bir noktasında birim yüzeye uygulanan bir kuvvet, kabın şekli nasıl olursa olsun, kap iç yüzeyinin her noktasına, aynı büyüklükte ulaşır"ı savunan Paskal kanunu, müşteri önerme(me) davranışını (word-of-mouth) anlamak için kullanılabilir ( kötü haber hızlı(her yere) yayılır ). Matematiksel bir kesinlik aramamak şartıyla Toriçelli Kanunu, Kütlenin Korunumu Kanunu, Katlı Oranlar Kanunu, Mendel Kanunları vb. davranış
bilimlerinde kullanılabileceği düşünülmelidir.
İnsan ihtiyaçlarının sınırsızlığı savı yeniden ele alınmalıdır. Marjinal fayda kuramına göre bir bardak su içildikten sonra içilen ikinci aynı miktardaki bir bardak su aynı faydayı sağlamayacaktır. İkinci, üçüncü bardak sudan sonra giderek daha az miktarlarda su içilecektir çünkü suyun fonksiyonel ve hazsal faydası aynı kalmakla birlikte kişinin fayda ihtiyacı azalmıştır (ürün değişmeyebilir ancak kişi değişmiş olacaktır). Buradan hareketle, örneğin müşteri bağlılığı tanımını sadece yinelemek olarak yapmak doğru değildir (aynı ürünü tekrar ve sık satın almak). Tatilden hemen sonra aynı tatili iki ya da üç defa tekrar satın almak kişinin birinci tatilden sağladığı fonksiyonel ve hazsal faydayı devam ettirebildiği anlamına gelmeyecektir. Çünkü birinci tatilin sonundaki kişi birinci tatilin başındaki kişiyle artık aynı değildir (koşullar aynı kalmayacaktır). Doğada döngü bulunmaktadır, ancak döngü tamamen aynı sonucu çıkarmamaktadır. Sonuç bir öncekiyle benzeşim halindedir yine de aynı değildir (çatalaşma ya da diğer adıyla fraktallaşma (bifurcation) doğada en geçerli kanunlardan biridir bkn. http://www.bilgikultur.net/index.php/doga-sistemindeki-karmasa/). Her tekrar satın alınan tüketim (yinelenen) yenilenmediği sürece bir süre sonra kişiye fayda sağlamayacak, doğru müdahale edilmediğinde müşteri bağlılığı değil “bağsızlığı” oluşacaktır. İşte fizikteki kullanımıyla entropi yasası ; yani ilave bir enerji (girdi) olmaksızın aynı enerji kullanılarak aynı fayda elde edilemez. Tüketimin (deneyimin) entropisi artıkça kişinin bağlanma derecesi azalacaktır.
Satın almalar arasında yeterli zamanda bulunsa ikinci satın almada ne müşteri aynı müşteridir ne de satın alınan ürün aynı üründür (güneşin altında hiçbir şey aynı kalmaz ya da “ Panta cwrei, oudei menei” “Her şey akar, hiçbir şey durmaz.” (Herakleitos) ). Fizikte inertia (eylemsizlik) yasası “bir kuvvetin uygulanmasıyla durumunu değişmeye mecbur edilmediği takdirde, her cisim bulunduğu hareketsiz halinde veya düzgün hareket halinde kalır… Hareketsiz halde duran ya da sabit bir hızla hareket etmekte olan bir cisme, herhangi bir başka kuvvet uygulanmadığı sürece bu durağan halini ya da sabit hızlı halini korur” demektedir. Müşteri bağlılığı acaba kişilerin “inertia (eylemsizliğinden)” başka bir şey midir? Sık sık aynı üründe marka değiştirmek müşteri sadakatsizliği olarak değerlendirilse de aslında bu bir ürün sadakatidir, değiştirilen ürün (tüketim) değil ürünü sunan firmadır. Müşterinin ürün (tüketim) bağlılığı olabilir, ancak firmaya bağlılığı çok ama çok tartışma gerektiren bir kavramdır (muhtemelen yoktur da). Bir şeye bağlanmayı hiç istemeyen karakterde çok sayıda insan bulunmaktadır. Çok daha çekici bir sunu olmadığı sürece kişiler mevcut tüketim davranışlarını koruyacaktır (koşulların değişmemesi durumunda sık sık marka değiştirenler değiştirmeye devam edecek, bir markayı sürekli kullananlar ise aynı markayı seçeceklerdir).
Koşul ne zaman ve nasıl değişebilir? Yanıt fizikte yer alan kritik kütle
(critical mass), bifurcation veya basit buharlaşma kavramında bulunabilir. Kritik kütle bir maddedeki değişimi belirlemektedir. Aynen maddelerde olduğu gibi, kritik kütleye (veya sosyal bilimcilerin sevdiği bir terim tension) ulaşıldığında davranış başlayabilir veya şekil değiştirebilir (sessiz sedasız bir insanın bir spor karşılaşmasını seyrederken az sayıda seyirci durumunda çıkaracağı sesin düzeyi daha çok sayıda seyirci bulunması durumunda daha farklı olacaktır. Mahallesine dışarıdan göç almaya başlayan bir kişi göçmen sayısının belli bir sayıya ulaşmasından sonra durumdan rahatsız olmaya başlayacak, alışveriş yaptığı yerleri, yürüyüşteki istikametini ve ya ikametini değiştirecektir)... İnsan davranışında olduğu gibi toplumsal davranışta değişim kritik kütleye ulaşıldığında başlayabilir (Ziyaretçilerin yeni yeni gelmeye başladığı bölgelerdeki halkın ziyaretçilere karşı ilk başlardaki gösterdikleri misafirperverliğin sayının kritik kütleye ulaşması durumunda değişmesi vb.). Koşulun değişmesi için etkileşim bir gerekliliktir. Doğada buharlaşmayı ele alalım. Su yüzeyi ve ıslak yüzeylerde meydana gelen buharlaşmada, su yüzeyini terk eden su buharı miktarı, birim saha üzerindeki havanın özelliklerine (meteorolojik şartlar), suyun ve çevrenin özelliklerine göre değişim gösterir (difüzyon, konveksiyon veya rüzgar tesiriyle). Suda meydana gelen bu değişiklik bir enerji etkisiyle olmaktadır ( 1 gram suyun buhar haline gelebilmesi için 539-597 kalorilik ısıya ihtiyaç vardır). Havanın buhar basıncı, su sıcaklığına paralel olarak doymuş buhar basıncının altına düşünceye kadar difüzyon olayı devam eder. Su havadan daha sıcak olduğu zaman konveksiyon (dikey yönde hareket) hareketi başlar. Basit bir benzetmeyle, su yüzeyinde meydana gelen su kaybını (buharlaşma-evaporation), müşteri kaybı (customer attrition) olarak düşünebiliriz. Ne zaman mevcut firmanın sundukları diğer firmalar ve ürünlerinden daha az nitelikli/faydalı hale dönüşürse (veya belli bir doyum noktasına ulaşılırsa), müşteriler arasında diğer firmaya yönelik olumlu düşünceler artarsa (su havadan daha sıcak olduğunda) dikey yönde geçiş olacaktır. Bu işlem evaporasyon, transprasyon veya evapotransporasyon şeklinde de olabilir. Tüm doğa olaylarında ısı önemli yer tutmaktadır, etkileşimi hazırlayan ısı fiziksel olabildiği gibi sosyal (bkn. social temperature) de olabilir.
Caddede bir kişinin başını yukarı kaldırarak baktığında yanından geçenlerin bu hareketi tekrarlaması örneğinde olduğu gibi etkileşim (bir geri besleme türü) davranışın öncüsüdür, etkileşimin karmaşıklığı veya basitliği davranışı belirleyebilecektir. Geri besleme sabit değildir ve bir döngüdür (her gün aynada kendinizi aynı göremezsiniz)... Matematikte “iterasyon” kavramı vardır (Latince “yineleme” demek), özel bir süreçtir. Her bir yineleme işlemindeki denklemin çıktısı (sizin davranışınız), bir sonraki yinelemede aynı denklemin girdisi olacaktır ( http://members.tripod.com/MustafaCemal/Articles/KAOS/Kaos1.htm ). Burada insanın özgür iradesiyle (free will) davranış sergilediği savı karşımıza çıkmaktadır. Özgür irade aslında o kadar da “özgür” değildir. İnsanın seçenekleri sonsuz olamaz, sınırlıdır (örn: isteseniz bile seçimlerde babaannenize oy veremezsiniz) ve
herhangi bir seçeneğin seçimi yakınındakilerin tutum ve davranışlarından etkilenecektir (olumlu veya olumsuz yönde). Yiyecek sipariş ederken dahi bir başkasının ne yediğinden hareket edip seçim yapabilirsiniz. İlişkilerin doğrusal olduğu varsayımına dayanan gelenek (pozitivist düşünce) doğrusal olmayan ilişkilerin neden olduğu çıktıları tahmin etmekten oldukça uzaktır. Bir doğrunun üzerindeki en yakın iki noktanın arasındaki mesafe eğridir. Tek bir nedenden hareketle davranışın anlaşılması olanaksızdır, yapılan tahminlerde sorunludur. Nedenlerin sonuçları oluşturduğu düşüncesi de yanlış olabilir. Neden nedeni oluşturabilir. Biraz önceki geri besleme tanımından hareketle nedenler bir girdidir ve çıktı üretir, zaman durmadığı sürece sonluk getirmezler. Kelebek teorisine göre (klasik örneğiyle) Çin'de kanat çırpan bir kelebek Amerika kıtasında kasırgaya neden olabilir. Ancak bu bir son değildir, “an” dır. Amerika kıtasındaki kasırga ve devamındaki gelişmeler yani yeni girdi (neden aynı örnekten hareketle) Çin'de daha önceden bulunmayan bir floranın gelişmesine (iyimser) veya var olan bir floranın yok olmasını (kötümser) beraberinde getirebilir. Duygularla yoğrulmuş insanın atomdan veya fen bilimlerine konu olan elementlerden farklı olduğu tartışılmaktadır. Bununla birlikte atomun davranışlarına benzer davranışlar sergileyebildiği de gözden kaçmamalıdır. (Ülkemizde biraz tartışmalı olsa da) trafikte araç sürücüleri davranışlarını öndeki aracı ve karşıdan geleni, arkadaki aracı veya araçları, şeritlerdeki diğer araçlardan (sürücü hareketlerinden) etkilenerek belirlemektedir. Yani mesafe ölçülmekte, tepki (davranış) ona (etkiye) göre şekillenmektedir. Peki atom farklı mı davranmaktadır? Konum, hız, enerji ve zaman insan ve doğadaki diğer varlıkların ortak paydasıdır, davranışı belirleyen de temelde bu dört unsur olabilir.
Mağara devrini başarıyla bitirmiş olmak insanlığı evrensel prensiplerden bağımsızlaştırabilir mi? Parçalanmış atom ve elementlerinin beklenenin ve bilinenin aksine davrandıkları doğa bilimlerinde sıklıkla gündeme getirilmekte, düzensizlikte (ani sapma, farklı davranış) bir düzenin olduğu tartışılmaktadır. Doğa bilimlerinde dahi “kesinliğin” ya da “tahmin edilebilirliğin” gerçekçiliği tartışılmakta iken sosyal bilimlerde matematiksel kesinlik aranması sorunludur. Ölçme ve sonuçlarına aşırı güvenmek yatırımların yanlış yapılmasına neden olabilir. Ölçme sistemi bozmaktadır. Çünkü bir müdahaledir. Bulunan sonuç (çıktı) bozulmuş sistemin bir anlık çıktısıdır, ama sistemin doğal çıktısı değildir. Gerçekçi bir ölçüm nasıl yapılmalıdır, düşünülmelidir. Gerçeği aramak ve gerçekle yaşamak için işe yanılgının mantığını anlamakla başlanabilir. Basit kurallar sıklıkla karmaşık davranışların temeli olabilir. Karmaşıklık insanın istemediği bir durumdur. Karşılaştığında doğal olarak karmaşıklığı sadeleştirme, basitleştirme, eğri büğrüleri doğrusallaştırma yoluna gider insan ( http://members.tripod.com/MustafaCemal/Articles/KAOS/Kaos1.htm ).

Mitoloji ve metodoloji üzerine...

İlgili olduklarını düşündüğüm bir kaç konudan bir tanesi de özellikle kalıcı öğrenme ve uygulama için mitolojinin metodoloji için ne kadar gerekli olduğudur. Eğer araştırma düşünmeyi her aşamasında içeriyorsa öyleyse üst düzey bir düşünmenin tezahürü olan mitolojik anlatımlar metodolojinin anlaşılmasında sanırım biraz da olsa katkıda bulunabilir. Öğrencisi olmaktan mutluluk duyduğum meslektaşlarımın anlattıklarını merakla dinlerim ve bu anlatılanları acaba metodolojiyle nasıl birleştirebilirim diye düşünürüm. Örneğin yakın zamanda Aytekin hocamın aktardığı "Tantalos işkencesi ve bilimsel olmak" arasında şöyle bir bağ kurulabilir mi?

Aktarıyorum...
Tantalos İşkencesi Lydia kralı Tantalos hem mitolojide köklü bir soyun (Lanetli Soy) atası hem de ölüler ülkesinde çektiği işkence ile ünlü mitolojik bir karakter. Zeus ile Pluto’nun oğludur. Soyu sopuyla lanete uğramasını gerektiren suç ya da suçlar bulunmaktadır (ERHAT, 1993: 278).
Tantalos, Sipylos dağında krallık kurmuş çok güçlü ve zengin bir adamdı. Tantalos tüm tanrılarca sevildiğinden, tanrıların şölenlerine katılırdı. Tantalos, katılmış olduğu Olympos'taki şölenlerden "nektar" ve "ambrosia" çaldığı yetmiyormuş gibi boşboğazlık edip, Olymposlular'ın uygunsuz hallerini ve sırlarını yeryüzündeki ahbaplarına anlatırdı. Tanrılar ona misafir geldikleri vakit, tanrıların her şeyi, bilip bilmediği anlamak, onları denemek için oğlu Pelops’u kesip doğrayıp yiyecek olarak tanrılara sundu (NECATİGİL, 1988: 47). Yalnız kızını yitirmiş olmanın acısıyla dalgın olan Demeter, Pelops’un bir omzundan bir ısırık alırken diğer tanrılar tanrısal bir irade ile gerçeği gördüler (ERHAT, 1993:240 ). Tantalos’un işlediği diğer suç ise; Rheia yeni doğan Zeus’u Kronos’tan kaçırmak için Girit’teki mağaraya kapatınca bekçi olarak başına bir altın köpek dikmiş. Kronos devrilip Zeus egemen olunca bu köpek Girit’teki Zeus tapınağına bırakılmış. Pandereas köpeği tapınaktan çalmış Lydia’da Sipylos dağına Tantalos’un yanına bırakmış (ERHAT, 1993: 235). (Tantalos Hermes’e (ulak tanrı) Zeus’un köpeğini vermemek için yalan yere yemin etmiş. J. Campbell 1996)

Zeus ya bu suç ya da diğer suçlar nedeniyle Tantalos’u Hades’e gönderir. Orada Tantalos bir gölde sular çenesinin hizasında ayaktadır. Başının üstünde yemişli dallar sarkar. Ne zaman su içmek için başını eğse su alçalır. Ne zaman yemişleri yemek için elini uzatsa bir rüzgar çıkar ve yemişleri uzağa atar. Bolluk ve varlık içerisinde susuzluk ve açlık çekmek, tanrıları kızdıran, kandıran ve yalan söyleyen Tantalos’a verilen ilahi bir ceza imiş (NECATİGİL, 1998:47).
Yunan mitolojisinde bizdeki cehennem (Tartaros ?) tasavvurunu tam olarak karşılayan bir kavram bulunmamakla birlikte, "günahkarların" cezalarının da nasıl olacağına dair detay bir kaç istisnanın dışında verilmemekte. (Sisyphos: Tanrısal irade karşısında insan iradesinin daha üstün olduğunu gösterir, Zeus'u kandırarak, cezası detaylı olarak anlatılmıştır kaynaklarda. Diğeri de Tantalos'dur)
J. Campbell, Yunan'daki cehennem olgusunu, "anlamsızlıklar ülkesi" olarak adlandırmış.

8 Ocak 2014 Çarşamba

Doktora öğrencisi olmayı isteyenlere tavsiyeler ...

DOKTORA ADAYIMA MEKTUP..

Turizm İşletmeciliği (!) anabilim dalında doktora derecesi için program yürüten Sosyal Bilimler Enstitülerinin ortak amacı bağımsız adayların yetişmesi, ülke genelinde bilimsel çalışma, yayın nitelik ve niceliğini artırmaktır. Doktora programı, bu unvanın gerekliliklerine ihtiyaç verebilecek şekilde tasarlanmaktadır. Doktora gibi terminal bir değerin elde edilmesi ve sonuç, program süresince meydana gelebilecek tüm (olumlu-olumsuz) gelişmelerden etkilenebilmektedir. Bu etkenler arasında doktora programının içeriği, adayın yeterliliği, entelektüel altyapı, sosyal koşullar ve ilişkiler, jürilerce benimsenmiş misyonlar, danışman ilişkileri vb. yer almaktadır. Burada sayılan ve sayılamayan tüm etkenler, doktorada yürütülen proje konusunun seçimine, ilerlemesine, doktora sırasında ve sonrasında adayın bir araştırma probleminin çözümüne (anlaşılmasına) yönelik bağımsız ve tutarlı yöntem geliştirebilme yeteneğine etki edebilecektir. Bu yazının amacı doktora programının adaydan ne beklediği, adayın doktora programından ne beklediği; danışmanın adaydan adayın danışmandan ne beklediği; adayın izleme/savunma jürisinden, jürinin adaydan ne beklediğine sırasıyla kısmi de olsa ışık tutmaktır. Umarız doktorasına yeni başlayan, devam eden veya bitiren kişilere deneyimler yararlı olabilecektir.
Doktora adayı danışmandan ne bekler?
Doktora duygusal boyutu da olan bireysel bir yatırım. Öğrenme arzusuyla uygun koşulları bulduğunda doğru rüzgarı doğru teknikle almış, kullanan ve haz alan bir sörfçü gibi… Ancak, sörfçü ne denizden bağımsız, ne de sörf tahtası ve yelkeninden… Adayın doktoradan, adayın çevresinin de adaydan beklentileri oldukça yüksek. Kısaca stresli, tamamlandıktan sonra dahi bitmiyor. Almak kadar, aldıktan sonra taşımanın hakkının verilmesi gereken bir değer. İyi ölçülmüş/dikilmiş kıyafet gibi doktoranın kişiye katkısı tartışılmaz. Kıyafetin büyük/küçük olması durumunda bunu hem giyenin hem de görenin fark edeceği ise kesin.
Doktora süresini ortalama olarak şu kadar sürer demek istemiyoruz. Oldukça zevkli, sonu olan seyahat gibi gözükmekle birlikte, doktora birçok doğrulara ve bir o kadar da yanlışlara bağlı. Danışman, konu, aday, jüri vd. hayati derecede önemli. Birçok aday için danışman, özellikle ilk aşamalarda, mucizevî yeteneklerle donanmış olması beklenen kişi. Özellikle ilk aşamalarda diyoruz çünkü adayın danışmanına yönelik tarifi doktoranın değişik aşamalarında farklılaşabilmekte. Bu durumun açıklaması Jung’un çalışmalarında var; aynen bir evladın ebeveynini değişik yaşlara geldiğinde farklı tanımlaması gibi. Bunun tüm durumlara genellenmesi yanlış da olabilir.

Danışmanınızın, diğer işlerini hariç tutarak, sadece sizi ve konunuzu düşünmesini istediğiniz çok an olduğu kadar, sizi ve konunuzu bu kadar çok düşünmemesini istediğiniz anlar olmuştur/olacaktır. Sizi her gün aramasını istediğiniz kadar, şu aralar görüşmesek dediğiniz, köşe bucak kaçtığınız anlar muhakkak olacaktır. Hiç karışmıyor şikayetiniz, “amma da karışıyor” a hemen dönüşebilir. İyi gitmeyen danışman-aday toplantısından sonra “bilmiyor, anlamıyor zaten bu alanda uzman değil” düşüncenizin gelişmeler karşısında erime(me)sine tanık olabilirsiniz. Hayranlığınız başka duygulara dönüşebilir, aynı da kalabilir. “Zaten çok yoğun, kesin okumamıştır” yargınızın yanlışlığını “sizin gibi okumadığını” tecrübe ettiğinizde fark edebilirsiniz. “Benim üzerimden kazanıyor” düşüncenizin ne kadar doğru olduğunu, sizde bir doktora adayını yöneltmeğe başladığınızda değerlendirebilirsiniz. Kendisiyle nasıl konuşacağınız konusunda tereddüt yaşabilirsiniz. Danışman bir akıl okuyucu değildir, susarsanız duyuramazsınız. Ancak, ne söylediğiniz kadar nasıl söylediğinize dikkat ederek!!! Çok defa “vay be!” diyeceksiniz. Danışmanınızın kimin olması gerektiğine siz de karar verebilirsiniz. Öyle olması durumunda dahi süreçte bir noktada “değiştireceğim” kararına varabilirsiniz. Danışmanınız hakkında “kulis yapma” dürtüsünü de yaşayabilirsiniz. Farklı nedenler size hep “acaba doğru mu yapıyorum” sorusunu sorduracak. Hatta bu konuda diğer adaylarla (bazen hocalarla) “acılar” paylaşacaksınız, ancak bu olumsuzlukların dahi doktoradaki “öğrenmenin” parçası olduğunu çok yakında anlayacaksınız. Titizlik sizi bıktıracak. “Doktorada ağlamamak, kahrolmamak yoktur” virüsü size de bulaşacak. “Benim danışmanım” gururunun ne kadar yersiz olduğunu, ancak doktorayı başarıp beş yıl geçtikten sonra özgeçmiş ve veya öz geleceğinizde yeterince yapmamış olduğunuzda anlayabilirsiniz. “SPSS”in büyüsüne kapılacak, gerekli hazırlıkları yapmadan veri analiz edeceksiniz. Taşımanız gereken şeyin neden bilimsel bir makale, postaya verilen bir tebliğ olmadığını da sorgulayacaksınız. “İngilizce biliyorum” u, “biz bu konuları öğrenmiştik” i bol bol test etme zamanınız olacak. Danışmana danışmaktansa başkalarına danışmanın getirilerini/götürülerini tecrübe edeceksiniz. “Fark ettirmeden” yapılan işlerin ne kadar fark edildiğini “öğrenciyken oturduğunuz sıralara oturan öğrencilere gözetmenlik yaptığınız” anlardaki gibi sonradan anlayacaksınız. “Ne yapsam beğenmiyor”, “Çalışmamdan yayın çıkar mı?” endişesi zaman zaman sizi yoklayacak. “Doktora bitti” sektörden okuyan yok, ne yapacaksınız? Ancak, kesin olan bir şey var. Danışmanınızdan çok şey öğreneceksiniz. Zamanı geldiğinde ne kadar şey öğrendiğinize siz de şaşıracaksınız!
Ne kadar gerekli olduğu sürekli tartışılacak olan dersler ve ödevler (!), sonrasındaki yeterlilik sınavları (!!!), içerikleri, izleme jürisi, savunma jürisine atfedilen efsaneler, yükselen tansiyon. Bunlardan birini belki siz de yaşayacaksınız: Bütün eleştirilere rağmen geçtiğinizde neden geçtiğinizi anlayamamak… Geçmediğinizde, “neden geçemedim” sorunuza verilecek yanıtın sizi tatmin etmemesi… Teorik çerçeveyi oturtmadan yöntemi oturtmaya çalışmanın handikapları… Oybirliği, oy çokluğu fark etmez “sizi şu an için yetersiz bulduk, bir dahaki sınavda sizi tekrar görelim” deki hayal kırıklığı… Yönetmelik dışı olası uygulamalar … Jüri üyesinin mazereti nedeniyle gelememesi, üyeler arası çatışmanın size yansıması, tanıdığınız bir hocanın jürinizde yer almasının rahat(sız)lığı… Detaylı planlama yapmadan girişilen konuyu süreçte değiştirmek… Sürenin çabucak geçmesi…Baş edilemeyecek veri yığınıyla uğraşmak… Nasıl analiz ederim sorusunu en sonda sormanın yarattığı telaş… Acaba daha yazsam mı, nerede nokta koysam… Az görünür mü?... Sürekli aynı şeyi okumanın getirdiği “görmezlik”…

Bu endişeleri yaşamamak kısmen danışmana, izleme jürisine ve adaya bağlı. Doktora gerçekten adayın konuyla, yöntemle, yabancı dille, kendisiyle, diğerleriyle ve hatta danışmanıyla karşı karşıya kalabildiği bir süreç. Danışman, sadece konuya, tekniğe, yoruma yönelik olası “sıkışma” anında çözüm getirmesi açısından değil! Danışman; “ötesini” görebilmek, erken uyarı sinyallerini okumak, doktorayı, konunun geldiği aşamayı bir kenara bırakıp, kendini giderek yalnız hisseden adayın yalnızlık hissini azaltabilmek, “yetersizim” girdabına kapılmış adayı bulunduğu yerden çekip gün ışığına çıkarmak, “bu işi yapamıyorum, bırakacağım” kararına ulaşmış adaya ne kadar yol kat ettiğini göstermek, “acaba kendi başıma yapabilecek miyim?” endişesinde olan adayın birey olma, bağımsız olma, üretebilme uğraşını cesaretlendirmek, adayın entelektüel kapasitesini yapıcı eleştirilerle, beğenerek ve takdir ederek geliştirmek açısından önemli.

İdeal danışman var mıdır? Adaya göre değişir. Doktora adayının danışmana maliyeti var mıdır? Parasal anlamda maliyet diye bir şey söz konusu değildir. Zamansal anlamda maliyet var mıdır? Bu, ancak danışmanın doktoraya bakış açısıyla tanımlanabilir. Öğrenme, gelişme hedefine katkı yaptığını düşünen danışman için her doktora adayı yeni bir fırsattır. Buradan hareketle danışmanın adaydan şunları beklemediğini söyleyebiliriz: “çantasının taşınması, evdeki tüplerin değiştirilmesi, alış-verişin yapılması, faturaların yatırılması, evde tadilat tamiratın yapılması, derslere girilmesi, sınavların yapılması ve sınav kağıtlarının değerlendirilmesi, seyahat biletlerinin organizasyonu vb”. Doktora adayı sonuçta kişisel yardımcı değildir. Danışmanın temel beklentisi adayın yönlendirmeler doğrultusunda akademik gelişim sürecine girebilmesidir. Tüm beşeri ilişkilerden beklenenden ne eksiği ne fazlası beklenir, danışman tarafından. Danışman rolünün ne olduğunu bilir. Kolaylaştırıcıdır, ancak nitelikli danışılmadığında icazet alınan bir kimliğe bürünebilir. Adayın çalışma programını yaratabilmesini, kendinden motivasyonlu olmasını, süreçteki inme ve çıkmaları normal karşılamasını, kişiyle değil fikirle uğraşıldığını bilmesini, danışmanın kişisel zamanına saygılı olmasını, engelli yolların ancak hedefe götürebileceğini anlamasını, doktora projesine zaman ayırmasını, geçmişi ve günceli iyi takip edebilmesini ve anlamasını, sorgulayıcı olmasını, teoriye eleştirel bakabilmesini veya yeni teoriyle uğraşmasını, detayları görebilmesini, yazılı ve sözlü ifade yeteneğinin olmasını, asosyal olmamasını, hatayı görebilmesi ve düzeltebilmesini, adayın danışman için değil, danışmanın aday için çalıştığının farkında olmasını, zamanı yönetebilmesini, sektörü takip etmesini, eleştiri kaldırabilmesini, yılgınlık göstermemesini, zamanında bitirmesini, hedef odaklı olmasını bekleyebilir. Sonuç olarak, doktora iyidir, yaşatarak öğretir. Yaşananların tecrübeye dönmesi, ne yaşandığının farkına varılması ve paylaşılmasıyla başlar.