Öne Çıkan Yayın

Çocuklarıma öğütler...

Karşısındakinde gördüğün suç, sendeki suçun cinsindendir. Önce o huyu kendi tabiatından atman gerek. Sendeki çirkin huy, sana onda göründü. ...

29 Ekim 2016 Cumartesi

Babanı koru...

Babalık kolay. Onu zorlaştıran kısmı babalığa atfedilen efsane etiketler. Birkaçını sıralayayım. Ne demek istediğimi anlarsınız. Bakın şu baba karşıtlığına. “Denizden babam çıksa yerim”. Hop ne oluyor ya. Niye hep babalar yeniyor. Amazon dünyasında son Mohikan ne düşünüyordu acaba? “Baba çınar gibidir, gölgesi yeter”. Özür dilerim. Verilmek istenen mesajı anlıyorum ama. Beraberinde geleni de görüyorum galiba. Madem bir çınarız, suya ulaşmışsa köklerimiz ne ala! Ama sulanmazsa, beslenmezse babalık. Kuru çınar gölge vermez ki. “Benim babam senin babanı döver”. Ya bir dakika. Hep vurdulu kırdılı mı yaşıyoruz acaba? Cüneyt Arkın tarzı oldu biraz. Niye vuruyorum ve kırıyorum, anlamadım. Babalar güçlü olmalı, sebep bu olsa gerek. Pardon niye güçlü oluyoruz. Acaba, karşı taraf güçsüz mü, yoksa sıkça tökezliyor mu? Biraz erkek olmakla ilgili olsa gerek. “Babalar ağlamamalı”. Her yükün altından kalkabilmeli. Bak sen. Ne oluyoruz ya? Taşıma aracı olmuşuz, bir plakamız eksik. “Bu devirde babana bile güvenmeyeceksin”. Hayda. Bu lafı duyarak yetişen çocuğun yerine bir koydum kendimi. Eyvah ki ne eyvah. Ne yani şimdi daha baştan aramız mı bozuk? Ne zaman kazıkladım, bilmiyorum? Neden güvenilmezim, anlamıyorum. En çok da bu laf koyuyor, yani. 
Oysaki babalık yeterince anlaşılıp yaşandığında bambaşka bir haz. Son zamanlarda içi dolduruluyor mu boşaltılıyor mu, bilemedim. Ama babamı düşündüğümde, kıyaslama olmasın ancak en az annem kadar mutlu anılarım var. Bazen onu görmek, duymak bile kendi başına şifa. Zaman zaman konuşmak. Bazen, ona onu ne kadar sevdiğimi söylemek. Bazen ortak kaçamak yapıp, bir masada buluşmak. Gelen telefona, “çarşıdayız ya anne, söz yaramazlık yok” demek ve birlikte soluğu başka mekanda almak. Bazen, ilk olta yapılışını anlatışına geri dönmek. Birlikte çuvallamıştık. İşin içinden çıkılmaz hal aldığında, başarısız bir av sonunda balıkları halden almak. Bazen onun gözlerinde kendimi görmek. İlk bisiklet heyecanına geri dönmek. “Baba bırak sürüyorum”. “Aaa… çoktan bırakmış”. Ne zaman tutacağına ve ne zaman bırakacağına nasıl karar veriyor. Fabrika ayarları zamana çok dirençli.
Toprakla ilk buluşmam da babam var. Okumayı sevmemde yine o. Bir sevgiliye nasıl şiir yazılır. Yine o. Kampa gidiyoruz, hadi malzemeleri hazırlayayım. Yine o. Yüzüyorum baba. Yine o. Yurtdışındayım baba. Yine o. Üşümüyorum baba. Yine o. Korkmuyorum baba. Yine o. Seviyorum baba. Yine o. Bak senin gibi yazıyorum baba, kelimelerim uçuyor. Yine o. Sahnedeyim baba, nasıl oynuyorum sence? Yine o. Gerçekten bakıyorum da baba sana hak ettiğin değeri veremediğimi düşünsem de, bana bunu hiç hissettirmemen ne kadar büyük bir nimet. 
Babalığın mekana ve zamana sığmayan bir yönü, gelişimi var. Daha çok zaman geçirmek, seni daha iyi anlamak, sana şükranlarımı sunmak... 
İşte bundan sonra yapacakların. Sana baba olduğunu anlatabilecek tek insan baban. Ona git. Ellerini tut. Avuçlarını yanağına koy. Gözlerinin içine bak. Gönülden sevdiğini söyle. Onu sevginle besle. Evet o bir çınar ama sen yinede besle. Kocaman sarıl. İçindeki güven ona da geçsin. Görevin bu senin. Seni merak eden adama, merak etmemesini sessizce söyle artık. O da insan. Kırılganlığı, korkuları var. Ama tecrübesiyle sebatkar. 
Artık zamanı.
Sen, onu anla.

Kusursuz mutluluk yok...

Mutluluğun başarıya götürdüğünden oldukça emin miyiz, ayrıca mutluluğun parça tesirli, ansal olduğundan? Başarının mutluluk yarattığı illüzyonu, saplantılı bir şekilde bunun gerçek ve tek doğru olduğunun düşünülmesini görmek beni giderek daha fazla tedirgin ediyor. Tam da bu yüzyılın insanları kuşatan, tüketmeyi tetikleyen zihniyetine hizmet eden bir icat.
Başarılı olmalısın, yoksa yoksun.
Başarılıysan varsın, yoksa ölüsün.
İlk bine girmelisin. Yoksa mutlu olamazsın.
Müdür olmalısın, yoksa adam değilsin.
...
İnsanda, okulda, çocukta…her yerde böyle bir inanç var. 
Okuyanlarda da onları donatmaya çalışan hocalarda da. İlkokulda da böyleydi. Ortaokulda, lisede ve üniversitede de. Meslek hayatında da. Başarı mutluluk getirirmiş! Başarısızlık ölmekten beter hale getirilmiş. Hadi ya? Oysaki, başarısızlığın, hatanın, kusurun da mutluluk olduğunu görmek çok ama çok yerinde olurdu. 
Başarısız olduğunda insan mutlu olabilir mi? Sanırım evrensel geçerliliği olan bir durum değil. Zaten her şeyin evrensel geçerliliğinin olması gerekir takıntısı da beni zıplatan diğer bir konu. Aynı koşulların aynı şekilde gerçekleşmesi mümkün olsa dahi olayı yaşayan insan her şeyden önce aynı kalmıyor ki. Aynılık olmadığına göre evrensel geçerliliği de olamaz, sanırım. Atomu parçalayabilen ancak önyargıları parçalayamayan Einstein, atomu parçalamayıp önyargıların dinamiğini çözseydi daha mutlu olabilir miydi? Yani atomu anladı. Başarılı oldu. Sayesinde hayatımız inanılmaz değişti. Teknolojik olarak artık uzaylıyız. Yaşasın. Ama her başarının gölgesinde, madalyonun diğer yüzünde, dualietede, mutsuzluk, acı, ızdırap, keder yok mu? 
Bir tüpe sıkışmış, patlamayı bekleyen atomlar ve bir düğmeye bağlı milyonlarca hayat. Evet, sadece bir düğmeye bağlı. Uçaktan kopmasına, yere çarpmasına, önce tüm oksijeni içine çekip, kilometrelerce uzayan alevin, cehennem sıcağının insan kimyasına, biyolojisine ve nesline son vermesine engel olacak tek bir düğme. Yani o düğmeyi uçağa koymayı beceren mühendis, düğmenin fonksiyonu yerine getirmesiyle mi yoksa getirmemesiyle mi daha mutlu olurdu?
Ya da saplantılı şekilde öğrencisine formülleri öğretmeyi kendine ülkü edinen bir öğretmen, formülleri bırakıp o çocuklara hayatla ilgili edindiği gerçekleri paylaşsaydı daha mutlu nesiller yetiştirebilir, kendi de mutlu olabilir miydi? 
Mutlu bir çocuk yetiştirmenin anatomisinde hep başarı mı var? Her sözünde, eyleminde, davranışında başarılı olan bir anne çocuğuna ne öğretebilir? Aslında ona verdiği şey nedir? Mutluluk mu? Yoksa hatasızlık, kusursuzluk mu? Siz kusursuz olmanın maliyetsiz, çok da iyi bir şey olduğunu düşünüyorsunuz değil mi? 
En sevdiğiniz klasik müziğin besteleri, kusurların ürünü. Mozart, Beethoven kördü, sağırdı... Kusurlu muydu? Bugün rahat yaşamanızı sağlayan mucitler kusurluydu. Tesla, Edison... Kusurlu muydu? Bugünkü sizi yaratan, sizi siz yapan, hayatınızı değiştiren, size dokunuşla yön veren anneniz kusurlu muydu? Önünüze aniden çıkan, ezmemek için ani fren yapıp sizi durduran, arka bacağı olmadığı halde yavrusunu ağzında yolun karşısına taşıyan kedi kusurluydu. Size duymak istemediğiniz yönünüzü ya da bir şeyi söyleyen, o yüzden görmek istemediğiniz arkadaşınız kusurluydu. Trafikte sizi durduran, arabanızı baştan sona arayan, didik didik eşyalara bakıp arkanızdaki arabada bomba düzenini bu titiz aramayla keşfeden polis kusurluydu. Biletinizde karışıklığa neden olan, o nedenle uçağı kaçırmanıza, akşam eve dönmenize ve çocuğunuzla sinemaya gitmenize neden olan personel kusurluydu. Nasıl benden iyi olabilir, ben ondan daha iyi olmalıyım dediğiniz ve kendinizi geliştirmenizi fark etmenize neden olan meslektaşınız kusurluydu. Çiklet çaldığınız için çocukken size kızan anneniz kusurluydu. Aç bıraktığınız için misafirliğe gelen dostunuzun ayakkabısını kemiren köpeğiniz kusurluydu. 
O zamanlar kusur mutsuzluk vericiydi. Ama şimdi hatırlamanıza ve geçmişe yolculuk etmenize yardımcı bir uçan halı.
Ben kusurlarımı seviyorum...
Kusursuzluğun en büyük kusura dönüşmesine izin vermemek için kusurları ve kusurluları yok etmemek, belki de en yapıcı olan bu.

Anı yaşamak varken yaşayacak an beklemek

Devri-Alem, Phielas Fogg için 80 gün sürmüş. Anlamak ve anlamlandırmak için belki daha azı, bazen de daha fazlası gerekebilir mi? Son 24 saatten önceki 4 günü de toplarsan, bu süreye yarım düzine ülke ve ülkelerin sunduğu müthiş insan manzaraları sığabildi. 
Gümrük kapılarından girişleri perdesi yeni açılan ve koltuğunuzda rahatça kurularak seyretmek için uzun zaman beklediğiniz tiyatro sahnesine benzetirim genelde. Ve kendimi bırakırım. En iyi oyunun içinde yer alabildiğiniz oyun olduğunu öğreneli biraz oluyor. Bu nedenle bırakırım kendimi. Geleni geldiği gibi ve olanı olduğu kadar bir kabulleniş teslimiyetiyle. Müdahale etmeden, değiştirmeye çalışmadan. Evet. İçinizdeki alan olanı olduğu kadar ve geleni geldiği gibi alabilecek kadar geniş mi? Hiç “bırak bu da böyle olsun” dediğiniz oldu mu? Olduysa bu anlamsızca bir çabayla değiştirmeye çalıştığınız olaydan önce mi yoksa değiştiremeyeceğini anladığınızda mı oldu? 
İnsanlar. Her yerde aynı diyesim geliyor. Aynı olmadığını biliyorum. Yine de para, aşk, sağlık üçlemesi herkesin ortak derdi. Ve tüm uğraş bu üçlüyü beslemek adına. Kimi birini beslerken diğerinden bilmeden vazgeçiyor. Kimi birini elde etmede diğer ikisini bilerek feda ediyor. Hepsine aynı anda sahip ve sahip olduğundan memnun, hemen hemen yok gibi. Hiçbiri sonuncuyu kaybettiğinde bunu birinciyle geri kazanamıyor. 
Yoksunluğun pişmanlığı, varlığın gücünü, şifasını engelliyor. “Hiç yok” diye birşey yok aslında. Hiç’in kendisi yok. Biraz da olsa kırıntıda da kalsa varlık var gerçekte. Ad olarak olsada var aslında.
Bazen bazı görüntüler, karşılaşmalar, yaşananlar bana kendimi görmeme, hatırlamama, hatırlarken üzüntü yaşamama bazense mutlu olmama neden oluyor. 4000 km…Yol boyunca bunu düşündüm. Mutluluk ve mutsuzluk… Anı yaşamak ve yaşamak için an beklemek. Cevap ikisinin arasında bir yerde.
Karadağ’da feribot görevlisinin, pos bıyıkları… Araçları bir düzen içinde koymaya çalışmasındaki mutlu estetik. Arnavutluk’ta sert bakışlı mutsuz insanların sabah sert kahvelerinin yanında aynı sertlikte içkilerini yudumlaması. Kuşkucu bakışlar. Kafayla işaret etmeler ve kahvaltı var mı sorusunu anlayamadığı halde cevapsız bırakmaması. Cevabın benim tarafımdan anlaşılmadığını bildiği halde eksik dişlerle gülümseyerek konuşmaya devam etmesi. Enerji tüketici bu eylemden vazgeçememe durumu. Eski arabalara ruh vermeye çalışan dirseklerin araba penceresinden dışarıya uzanmasına eşlik eden bol sigara dumanı, anlamsız müzik gürültüsü. Kıvrılan yolların, sert iklimin, güvenilmez coğrafyanın insan yüzünde buluşması. Hırvatistan’da araba parkındaki görevlinin, yaptığı işe saygısı ve park yeri konusundaki içtenliği. Bir zil sesi uzaklığındaki yardımının enginliği. Börek var mı sorusuna yapılan anlamlı, mutluluk geçiren bir gülümseme. Evet cevaptan önce gülümseme. Gülümsemeye eşlik eden mutlu kelimeler. Yunanistan’da bir gece yarısı. Gece ve gündüzün birbirinin yerine geçme yarışması anına eşlik eden bir köpek yavrusu. İçindeki anlık umutla koşması. Etraftaki sessizlikte yavru köpeğin kocamanlaşan cesareti ve yüreği. Nasıl anladın benden sana bir yardım geleceğini diye düşünürken o gözdeki bakış. O anda bir parça yiyeceğin verdiği sonsuza götüren, yaşatan ansal haz. Hırvatistan’da dar sokaklardaki evlerin birbirine yakınlığına yaşatan insanların yakınlığı. Kıvrak zeka, derin bakışlar ve yardımcı olabilmenin ezilmek olmadığını hatırlatan duruş. Romanya’da hızlı ayak hareketlerinin eşlik ettiği müziğe, ellerin birlikteliğiyle süslenen neşeli kahkahalar. Bardakların çıkardığı sesin, o çınlamanın, kulaklarda sonsuzluğa uzanması.
Hangisi daha doğru? Geçmiş, an, gelecek. Ben derim ki an. En yanlışsızı an. Anda olmayı becerdiğimde ne bir pişmanlık, nede tedirginlik. Ne geçmişe hayıflanma, nede geleceğin kaygılı gölgesi. Sadece an. Şu an. Anı anında yaşamak varken, yaşamak için an bekleyerek ömür tüketmek bana doğru gelmiyor nedense, özellikle şu son günlerde.

14 Ekim 2016 Cuma

İçe bakmak

İnsanlığın uçmaya, ilerlemeye, öğrenmeye olan özlemi her zaman başa bir iş getirmiştir. Çoğunlukla da olumlu. İnsana özgü bir yetenek olmamakla birlikte doğduğu andan itibaren uçma özlemi içinde. Bugünün büyüklerinin hemen hemen hepsi çocukluklarında uçmakla ilgili bir tecrübe yaşamış ya da arzusu taşımıştır. Kimi yeni yapılan bir apartmanın 2. katından kamyonun biraz önce boşalttığı kum tepesinin üstüne. Kimi bir ağaç yanından akan nehrin içine. Kimi ilk defa aldığı alkolde. Kimi yaptığı uçurtmada. Kimi ilk bisiklet denemesinde toprağı öptüğü o anda. Hep bir atlama tecrübesiyle biten, kah ağlatan, kah can yakan ama yaşandığı için hep bir gurur yaratan anılar.

Belki kanatları alındığından dolayı insan hep bir atlama, sıçrama, ilerleme merakı içinde ve hala uçabileceğini düşünüyor. Sadece fiziksel değil elbette. Ruhsal uçmalar, atlamalar, sıçramalar, ilerlemeler, büyük adımlar çok mümkün görünmese de olası. İşte bu fiziksel uçmaktan çok daha güçlü çalkantı yaşatıyor. İz bırakıyor. Ruhsal sıçrama, ruh da bir hareketlenme ile başlıyor.

Ruh mu? O kadar meşguliyet var ki dengeli beslenme, sağlıklı beslenme, karbonhidratsız diyet. Kısaca tüm endişe vücut için. Oysaki vücut ölümlü. Enerji ise ruh. Peki hem ölümsüz ve enerjiyse bu ruhu beslemeye gerek var mı? Sorunun cevabı insanın kendinde. Kedinin kuyruğuna bağlanan tenekede. İnsanların açlıktan kırılmaya bırakıldığı, fakirlikten kırıldığı yerde. Terkedilen çocuğun kundağında. Tecavüzde. Cinayette. Kinde. İlgisizlik de. Acımasızlıkta…

O kadar dış odaktan sonra ruh beslenmeye ihtiyacım var diye çırpınıyor. Elinizde bir kesik sadece zonkluyor. Ama ruhtaki kesik zonklamayla geçmiyor. Yaş, tecrübe ya da zaman ayarı yapılmış bir gen var. Devreye giriyor. İçe bakmayı unutan insan bir tecrübeden veya belli bir olgunluğa eriştikten sonra artık içe, kendine bakmaya başlıyor. İlk defa o her gün gördüğü yüzün, tenin içinde bir şeyler olduğu, olabileceğini kavrıyor. Kendi dışıyla ilgilenen insanın içine dönmesi sanıldığından zor oluyor. Unuttuğu, beslemediği içini görüyor.

Önce sen kimsin, nesin sorusunu soruyor. İçindeki “ben senim” diyor. Kendinden başka bir ben olduğunu kavrayan insan şaşırıyor. “Tek ben” varım diyerek ilk aşamada umursamıyor. Ama içindeki merak giderek büyüyor. Demek bir ben daha varmış. İçindeki ben sesleniyor. Ben hatırlatıyor. Ölümsüzüm. Ah işte bu ölümsüzlük dıştaki benin acayip ilgisini çekiyor. Ne için oraya kondun eğer ölümsüzsen diye soruyor. İçindeki ben ölümlü bir bedende ölümsüz bir ruh, seni şaşırtıyor mu diyor. İlginç aslında hiç de şaşırtmıyor.

Peki seni nasıl besleyeceğim?..
Kendin bulmalısın.
Herkse iyi gelen sana da iyi gelir mi?...
Kendin bakmalısın.
Bir üstat bana el verse?...
Üstat var üstat var.
Seni tanımıyorum ama?...
Emin misin?
Ya yapmak istemiyorsam!...
Sen bilirsin, belki de böyle öğrenecek, büyüyeceksin. Kendi gerçeğini bulmalı ve kendi gerçeğine bakmalısın.

Ben dilini kullanarak, karşıdan sana yapılanın aslında senin yansıman olduğunu düşünebilirsin. Düşünceye vücut vermekten kaçınabilir misin? Hani sana haksızlık yapıldığından? Ya da mağdur olduğundan? Aslında bu düşünce senin hoşuna gittiği için sende yaşamaya devam ediyor. Bu düşünce aklına geldiğinde öfkeleniyorsun karşıya. Bunu da seviyorsun gerçekte. Öfkeyle beslenemem ben unutma.

Sıçramak istiyor musun? Farklı olsak bile gözyaşımızın rengi aynı unutma.

Aynaya baktığında bu defa, uzansana ruhuna.

4 Ekim 2016 Salı

Farkın benzerliği

Her yerde fark, farklısın iddiaları ama bir o kadar da farkın benzerliği ve hakikatte ne kadar birbirimize benzediğimiz. Zaman zaman acaba sorularını sorduğumda dünyanın değişik köşelerindekilerle evimin değişik odasındakilerin birbirinden aslında çokta farklı olmadığı kanaatine ulaşıyorum.

Tüm masallarda 3 karakter. İyi, kötü ve figüranlar.

Dünyanın değişik köşesinde yine şu an bir insan oğlu kendine aynı soruyu soruyor: Neden burdayım? Farklı coğrafyalar ama bir serçe kuşunun aynılığı. Tek başına serçe kuşunun insanın kendini yalnız hissetmemesine katkısı.

Masallar. Kötünün iyiye dönüşmesi. Fakirin zengin olması, hastanın kurtulması. Güçsüzün güçlü olması. Hep bir dönüşüm. Sonra şu mekan. Sınırlarını bilmeden yaşayamıyor insan oğlu. Anne karnında bir mekan, evlilikte bir mekan, ölümde bir mekan.

Sonra aynı kalmayı sevmiyor. Geride iz bırakmaya bayılıyor. Yürüyor, yürüyor, bazen yanlış yollara saparken, bazen kısa yollar buluyor. Ama hep yol ve yolda düşen, kalkan, ilerleyen insan. Sürekli bir seyahatte, ara sıra arkasına bakıyor.

Yaşayabilecek kadar çalışan, dolabındaki yiyeceğin kendini dünyanın en zengini yaptığını bilen, kalbindeki sevginin kendini şifaladığına inanan. Buna karşın, sürekli kendini hırpalayan, haksız olmayı kabul etmek yerine mutsuz olmayı tercih eden ve dengesiz kalmaktan yıpranmış diğerleri. Bir bebek ders verir gibi uzatılan parmağı sıkı sıkı kavrıyor. Düşmekten, dengesini kaybetmekten korkuyor. Dengede kalmaya çalışıyor 7 milyar insan. Yoksa dünyanın dengesi bozulacak.

Bağ kurmak, birini sevmek, sevgiyi vermek ve almak, sahiplenme kaygısı taşımadan ait olmak. İşte benim evimde değişik odadakilerle dünyanın değişik yerlerinde yaşayanlar. Gerçekte farklı ama hakikatte aynı.

Sıralama değişse de Kutsal üçlü her insanın vazgeçilmezi. Sağlık, aşk, para, ...Firavunun kahinleri de bunu öngermeye çalışıyordu binlerce yıl önce. Korkular, istekler, tutkular, arzular, duaların içerikleri aynı. Sadece kimi bunu Türkçe, kimi Almanca, kimi İtalyanca, kimi İbranice söylüyor. Söylenen ve yaşanan o kadar aynı ki.

Gerçek farklı ama hakikat aynı.

Sahte yaratılan farklar işte beni bu yüzden korkutuyor.

3 Ekim 2016 Pazartesi

Na standart...

Neye karşıyım dediğimde karşıma hep standart geliyor. Karşı olmanın standartı olur mu? Karşıyım sadece. Neye mi? Yaşamın bizim bildiğimiz türden organize olduğu savına. Hayat organize ama farklı bir türde. Demem o ki, haftalık ders planlarını hazırlamak. Sonra öğrencilerinle paylaşmak. Hani baştan standart bir yol haritası vermek. Ancak kimi yüzmeyle, kimi yürümeyle, kimi ise belki de uçarak yakınlaşacak varış noktasına. Yok illa herkes sürünmeli!!! Şartla ve beyinleri sınırla. De ki şunları bunları okuyacaksınız. Sınır çiz, 15 makale okuma ver. Eeeee? Ferman tekniği. Fermanı ver ve aynısını geri iste. Oysa ne güzel olurdu. Serbest bırakılsaydık. O an doğal ortaya çıkan tartışmanın izini ve tadını sürseydik. O tartışmayı 14. haftada yapacağız diye beklemeseydik. Hazır olduğu o anda alınsaydı ve 11., 12. vb hafta gibi yapay alma anları, ilüzyon öğrenme seansları yaratmasaydık. Hocam bu hafta neyi işliyceğiz sorusuna keşke o andaki sınıfın kimyası, gündemin bombası, bir oturuşun eğriliği, ya da güneşle dalga geçen bulut karar verseydi de doğadan ve doğada olanlardan bu derece kopmasaydık. Politik parti manifestosu gibi mübarek. Şaşalı görünsün manifeston. Ama sonrası..?

Üniversite...

Hep düşündürmüştür beni. Öğrenmek isteyen (öğrenci) var. Kitap var. Öğrenci okuyabiliyor. Kitap ise yeterli. Öğrenmek için o zaman yapılması gereken tek şey öğrenmek isteyenin o kitabı okuması.

Ancak, sırf bu eylemi yapabilmek için mekana ne gerek var? Yani okul, üniversite vb. Buralarda kitaplarda olmayan bir şeyler mi öğretiliyor olsa gerek? Amaç, sadece kitaptakini öğrenmek olsa: zaten kitap var ve öğrenmek isteyen de okuma yazma biliyor. Acaba öğrenmek isteyen nereden öğreneceğini öğrenmek için mi üniversiteye kadar geliyor? Yani hoca bakın çocuklar “bu ders için şu kitabı okumalısınız”ı duymak mı bütün püf noktası? Sadece meslek edinmek amacıyla yapılacak akıllı bir yatırım değil bu. Olacak iş değil.

Sıkı bir 6 aylık kursla, birçok mesleği teknik düzeyde muhtemelen temel düzeyde de olsa öğrenilebiliriz. Peki. 4 yıl X 365 gün X 24 saat okulda okumak ne demek (birde yıllar uzar nedense)? Hani standart (ah ne kadar itici bir kelime) bir elbise mi dikiliyor ve farklı derslerle nakış nakış işleniyor. İyi de tek beden elbise herkese nasıl uyuyor?

Öğrenmeyi öğrenmenin yolu madem öğretiliyor buralarda. O zaman işverenler mezunları neden yetersiz buluyor? Sadece yetersiz mi? Sorun çözemeyen, yaratıcılıktan uzak, fikir geliştirmeyen, umursamayan, çabuk yükselmekten başka düşüncesi olmayan, müşteri yaratamayan, profesyonel olmayan, çivi çakamayan, kendini sorgulamayan…Liste uzun. Belki nicel bir saplantı 4 yılda alınan toplamda 60 ders. Ama derinleşememiş. Durum vahim...  Üniversite mezuniyeti sonrası sudan çıkmış balık yetersizliği sendromu neden yaşanıyor? Ve üniversite sonrası kurslar, kurslar, kurslar...

Sanırım herşey ders de konuyu tutkuyla anlatan bir hocaya öğrencinin elini kaldırarak bir şeyler sormasıyla başlıyor . Kendisine cevap vermekten zevk duyacağı soru soracağını düşleyen, heyecanlanan hoca uyanıyor soruyla.

“Hocam, imza için devam çizelgesini verdiniz mi?”

Kim neye devam etmeli. Araç amacın yerine mi geçmeli?