Öne Çıkan Yayın

Çocuklarıma öğütler...

Karşısındakinde gördüğün suç, sendeki suçun cinsindendir. Önce o huyu kendi tabiatından atman gerek. Sendeki çirkin huy, sana onda göründü. ...

14 Ekim 2016 Cuma

İçe bakmak

İnsanlığın uçmaya, ilerlemeye, öğrenmeye olan özlemi her zaman başa bir iş getirmiştir. Çoğunlukla da olumlu. İnsana özgü bir yetenek olmamakla birlikte doğduğu andan itibaren uçma özlemi içinde. Bugünün büyüklerinin hemen hemen hepsi çocukluklarında uçmakla ilgili bir tecrübe yaşamış ya da arzusu taşımıştır. Kimi yeni yapılan bir apartmanın 2. katından kamyonun biraz önce boşalttığı kum tepesinin üstüne. Kimi bir ağaç yanından akan nehrin içine. Kimi ilk defa aldığı alkolde. Kimi yaptığı uçurtmada. Kimi ilk bisiklet denemesinde toprağı öptüğü o anda. Hep bir atlama tecrübesiyle biten, kah ağlatan, kah can yakan ama yaşandığı için hep bir gurur yaratan anılar.

Belki kanatları alındığından dolayı insan hep bir atlama, sıçrama, ilerleme merakı içinde ve hala uçabileceğini düşünüyor. Sadece fiziksel değil elbette. Ruhsal uçmalar, atlamalar, sıçramalar, ilerlemeler, büyük adımlar çok mümkün görünmese de olası. İşte bu fiziksel uçmaktan çok daha güçlü çalkantı yaşatıyor. İz bırakıyor. Ruhsal sıçrama, ruh da bir hareketlenme ile başlıyor.

Ruh mu? O kadar meşguliyet var ki dengeli beslenme, sağlıklı beslenme, karbonhidratsız diyet. Kısaca tüm endişe vücut için. Oysaki vücut ölümlü. Enerji ise ruh. Peki hem ölümsüz ve enerjiyse bu ruhu beslemeye gerek var mı? Sorunun cevabı insanın kendinde. Kedinin kuyruğuna bağlanan tenekede. İnsanların açlıktan kırılmaya bırakıldığı, fakirlikten kırıldığı yerde. Terkedilen çocuğun kundağında. Tecavüzde. Cinayette. Kinde. İlgisizlik de. Acımasızlıkta…

O kadar dış odaktan sonra ruh beslenmeye ihtiyacım var diye çırpınıyor. Elinizde bir kesik sadece zonkluyor. Ama ruhtaki kesik zonklamayla geçmiyor. Yaş, tecrübe ya da zaman ayarı yapılmış bir gen var. Devreye giriyor. İçe bakmayı unutan insan bir tecrübeden veya belli bir olgunluğa eriştikten sonra artık içe, kendine bakmaya başlıyor. İlk defa o her gün gördüğü yüzün, tenin içinde bir şeyler olduğu, olabileceğini kavrıyor. Kendi dışıyla ilgilenen insanın içine dönmesi sanıldığından zor oluyor. Unuttuğu, beslemediği içini görüyor.

Önce sen kimsin, nesin sorusunu soruyor. İçindeki “ben senim” diyor. Kendinden başka bir ben olduğunu kavrayan insan şaşırıyor. “Tek ben” varım diyerek ilk aşamada umursamıyor. Ama içindeki merak giderek büyüyor. Demek bir ben daha varmış. İçindeki ben sesleniyor. Ben hatırlatıyor. Ölümsüzüm. Ah işte bu ölümsüzlük dıştaki benin acayip ilgisini çekiyor. Ne için oraya kondun eğer ölümsüzsen diye soruyor. İçindeki ben ölümlü bir bedende ölümsüz bir ruh, seni şaşırtıyor mu diyor. İlginç aslında hiç de şaşırtmıyor.

Peki seni nasıl besleyeceğim?..
Kendin bulmalısın.
Herkse iyi gelen sana da iyi gelir mi?...
Kendin bakmalısın.
Bir üstat bana el verse?...
Üstat var üstat var.
Seni tanımıyorum ama?...
Emin misin?
Ya yapmak istemiyorsam!...
Sen bilirsin, belki de böyle öğrenecek, büyüyeceksin. Kendi gerçeğini bulmalı ve kendi gerçeğine bakmalısın.

Ben dilini kullanarak, karşıdan sana yapılanın aslında senin yansıman olduğunu düşünebilirsin. Düşünceye vücut vermekten kaçınabilir misin? Hani sana haksızlık yapıldığından? Ya da mağdur olduğundan? Aslında bu düşünce senin hoşuna gittiği için sende yaşamaya devam ediyor. Bu düşünce aklına geldiğinde öfkeleniyorsun karşıya. Bunu da seviyorsun gerçekte. Öfkeyle beslenemem ben unutma.

Sıçramak istiyor musun? Farklı olsak bile gözyaşımızın rengi aynı unutma.

Aynaya baktığında bu defa, uzansana ruhuna.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder